13 Mart 2015, Leipzig Kitap Fuarı sırasında Leipzig Üniversitesi’nde verilen konferans. Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl’ ın Almanca basımının tanıtımı için düzenlenen bu konferans, Rus Devrimi’ni Neden İncelemeliyiz? adlı kitapta yeniden yayımlandı.
Leipzig’de konuşma fırsatı benim için büyük bir onur. Mehring Yayıncılık’ın, Leipzig Kitap Fuarı’nın hemen öncesinde Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl’ın Almancasını yayımlaması, büyük bir başarıdır. Partei für Soziale Gleichheit’taki [1] yoldaşlarıma ve özellikle kitabın çevirisindeki ve redaksiyonundaki olağanüstü çalışmalarından dolayı Peter Schwarz ile Andrea Rietmann’a son derece müteşekkirim. 450 sayfadan uzun bir kitabın üç aydan kısa bir süre içinde “Amerikancadan” Almancaya çevrilmiş olmasına inanmak zor.
Yalnızca ne söylemeye çalıştığımı bilmekle kalmayıp, onu, Almancada, benim İngilizcede yapabildiğimden daha tam ve daha büyük bir yazınsal duyarlılıkla sunmayı başaran bir çevirmene sahip olduğum için şanslıyım. Bununla birlikte, kitabımın içeriği, Andrea’nın işini biraz kolaylaştırmış bir etmen olabilir. Kitabın o kadar büyük bölümü bu ülkede yaşanmış olaylarla ilgili ki, Andrea’nın Amerika basımını özgün diline çevirmiş olduğu söylenebilir.
Lev Troçki’yi Savunurken’in Almanca birinci basımından kısa süre sonra, Mart 2011’deki Kitap Fuarı sırasında buradaydım. Bazılarınızın bildiği o kitap, Ian Thatcher, Geoffrey Swain ve Robert Service tarafından yazılmış olan üç biyografide yer alan, Lev Troçki’ye yönelik çarpıtmaları, yarı gerçekleri ve apaçık yalanları teşhir eden makalelerin ve konferansların bir derlemesiydi.
Lev Troçki’yi Savunurken’in 2011 başlarında yayımlanması, Service’in biyografisinin Almanca basımının Suhrkamp Yayınevi tarafından planlanmış yayımlanmasından aylar öncesine denk düşmüştü. Suhrkamp’ın planı, bu saygın yayınevinin Service’in kitabı ile birlikte anılmasını protesto eden 14 saygın tarihçi tarafından imzalanan bir açık mektubun yayımlanmasıyla karmaşık bir hal aldı. Tarihçilerin protestosunun etkisi, benim Service’e yönelik eleştirimi açık bir şekilde onaylayan ve onun Troçki biyografisini bir “ısmarlama yazı yazan yazar işi” olarak mahkum eden bir değerlendirmenin saygın American Historical Review’de yayımlanmasıyla arttı.
Bu, normalde, akademik bir dergide kullanılan türde bir dil değildi. En azından, tarihçilerin olguları seçerken, sunarken ve yorumlarken, entelektüel ve manevi olarak, köklü –ama artık giderek daha fazla çiğnenen– mesleki standartlara uymaları gerektiği düşüncesini hâlâ savunan postmodernizm öncesi yaklaşımı koruyan ilkeli bilim insanlarının gözünde, Robert Service’in mesleki saygınlığına yıkıcı ve oldukça hak edilmiş bir darbe indirilmişti. Suhrkamp, yaklaşık bir yıllık bir gecikmenin ardından, Service’in biyografisini yayımladı. Ama o, kitapçılara, kapağına, Kabil’in damgası [2] vurulmuş şekilde ulaştı.
Lev Troçki’yi Savunurken’in ilk basımında derlenmiş olan makaleler ve seminerler, 2009 ile 2011 yılları arasında yazılmıştı. İkinci basım, birinci basımın yol açtığı tartışmaya yanıt olarak yazılmış ek veriler içeriyordu. Bu kitap, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin tarihin tahrif edilmesine karşı verdiği mücadeleye ilişkin yazılı kayıtların yalnızca bir bölümünü kapsıyordu. Yeni kitabımın yayımlanması, günümüzde sosyalizm uğruna mücadelenin tarihsel gerçeklik uğruna mücadeleye ne kadar bağlı olduğunu gözler önüne sermektedir.
Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl, 1995 ile 2014 yılları arasında yazılmış on beş konferanstan ve makaleden oluşuyor. Bununla birlikte, benim bu kitabın bir seçki olarak tanımlanmasına karşı çıkmama yol açan şey, yazara özgü bir kibir meselesi değildir. Seçki sözcüğü, aynı yazar tarafından yazılmış olması bir yana, yalnızca teğetsel olarak bağlantılı eserlerin bir toplamı anlamına gelir. Ben, Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl’ın, Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerin 1989-1991 yılları arasındaki çöküşünün ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan tarihsel, teorik ve siyasal sorunlara yanıt olarak on beş bölümü yaklaşık yirmi yıllık bir dönemde yazılmış, içsel bütünlüğe sahip tek bir eser olarak betimlenebileceğine inanıyorum.
Bu rejimlerin aniden ortadan kalkması, yirminci yüzyılın bütün gidişatına ilişkin önemli sorulara yol açtı. Yüzyılın gerçekte her önemli olayı, yoğun tartışmaların odağı haline geldi. Yalnızca olayların yorumu değil ama aynı zamanda olguların sunumu üzerine de çatışmalar doğdu ve 1917 Rus Devrimi, yirminci yüzyılın bütün olayları içinde en şiddetli tartışmaların konusu haline geldi. Bunun nedeni, bu devrimin yirminci yüzyılda işgal ettiği merkezi yerdi. Almancada, hepinizin bildiği, “Sag mir, wer deine Freunde sind, und Ich sage dir, wer du bist,” [“Bana arkadaşlarını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim,”] diye bir deyim var. Aynı kesinlikle, yirminci yüzyılın tarihçilerine şu söylenebilir: “Zeigen Sie mir, was Sie über die Russische Revolution schreiben, und ich sage Ihnen, ob Sie überhaupt Historiker sind.” [“Bana Rus Devrimi üzerine yazdıklarını gösterin, size onların tarihçi olup olmadıklarını söyleyeyim.”]
1989’dan önce, Sovyetler Birliği’nin en katı faşist ve neo-faşist düşmanlarından başka herkes, burjuva geçici hükümetin Ekim 1917’de Bolşevikler önderliğinde alaşağı edilmesinin hem yirminci yüzyılda hem de dünya tarihinde bir dönüm noktası olduğunu kabul ediyordu. John Reed’in Ekim 1917’de Petrograd’da yaşananlara ilişkin tanıklığı için seçtiği başlık (Dünyayı Sarsan On Gün), bu devrimin hem yandaşları hem de karşıtları tarafından paylaşılan tarihsel önemine ilişkin bir değerlendirmeyi yansıtıyordu. Ekim Devrimi’nin devasa önemi (yalnızca Sovyetler Birliği’nin olağanüstü ekonomik dönüşümünde ifade edildiği haliyle değil ama aynı zamanda tüm dünyadaki yüz milyonlarca insan arasında devrimci toplumsal ve siyasal bilincin gelişmesine verdiği güçlü itki anlamında da), yirminci yüzyılın toplumsal, siyasal ve ekonomik ortamının merkezi unsurunu oluşturdu.
SSCB’nin 1991’de dağılması, akademik çevreler tarafından Ekim Devrimi’ne ve Sovyet tarihinin tamamına ilişkin değerlendirmede olağanüstü bir değişikliğe yol açtı. 1991’den önce, SSCB’nin sonunu önceden gören tek bir ünlü tarihçi bile bulunmuyordu. Troçkist hareketin, Stalinist rejimin politikalarının Sovyetler Birliği’nin tasfiyesine yol açacağı uyarıları, “Troçkici” sekterlerin zırvaları olarak ya reddedilecek ya da basitçe görmezden gelinecekti. Sovyetler Birliği’nin istikrarı, Gorbaçov’un 1985’te iktidara gelmesinden ve perestroyka [yeniden yapılanma] programını başlatmasından sonra bile, sağcı ya da solcu profesyonel SSCB tarihçileri bir yana, kapitalist yönetimler ve onların istihbarat örgütleri tarafından sorgulanmadı. Uluslararası Komite, daha 1986’da yapmış olduğu, Gorbaçov’un perestroykasının, Sovyet işçi sınıfı tarafından meydan okunmaması durumunda kapitalizmin restorasyonuna ve SSCB’nin yıkımına yol açacağı öngörüsünde bütünüyle yalnız kaldı.
Sovyet tarihçilerinin 1991 sonrasında Sovyet tarihine ilişkin değerlendirmelerinde ortaya çıkan kaymanın aşırı karakterini değerlendirmek için, onların 1991 öncesi miyopluğunu anımsamakta yarar var. Onların SSCB’nin kalıcılığına olan uzun süreli güvenleri, neredeyse bir gecede, onun dağılmasının Ekim Devrimi’nden doğmuş olan devletin kaçınılmaz yazgısından başka bir şey olmadığı düşüncesine dönüştü. Sovyet devrimi, yeni fikir birliğine göre, en baştan başarısızlığa mahkumdu. Lenin’i 1917 Nisan’ında Petrograd istasyonuna taşıyan tarih treni, ölümcül yolculuğuna, Boris Yeltsin’in, Leonid Kravçuk’un ve Stanislav Şuşkeviç’in Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’ni dağıtan anlaşmayı imzaladıkları Minsk yakınlarındaki bir köyde sona eren demiryolu hattı boyunca devam etmişti.
Sovyet tarihinin ve buradan hareketle tüm modern tarihin yeniden yorumu, burjuva zafer gösterileri ile küçük burjuva kötümserliğinin ve tam bir moral bozukluğunun karşılıklı etkileşiminin egemen olduğu 1991 sonrası siyasal ortamdan ağır şekilde etkilendi. Akademisyenlerin, 1991 öncesinde kendisini ılımlı olmak ya da gerici içgüdülerini kendisine saklamak zorunda hisseden azımsanmayacak bir kesimi, artık, bir ilk çığlık biçiminde, Marksizm ve komünizm karşıtı nutuklar atıyordu. Onların bir diğer ve muhtemelen daha büyük bir kesimi, aniden demode olan önceki solcu görüşlerine ağıtlar yaktılar. Postmodern Marksizm karşıtlığının hırçın ve son derece öznel akıldışılığı, en adanmış izleyicilerini, bu entelektüel olarak korkak eski solcu ya da sahte solcu orta sınıf çevrede buldu.
Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl’daki makaleler ve konferans notları, SSCB’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan son derece önemli tarihsel, siyasal ve felsefi-teorik meselelere verilmiş Marksist-Troçkist yanıtı ifade etmektedir. Uluslararası Komite bu göreve çok iyi hazırlanmıştı. O, Ekim Devrimi’nden doğmuş olan devletin doğasını gerçekten anlama konusunda, burjuva akademisyenler karşısında son derece büyük avantaja sahipti. Troçkist hareket, yarım yüzyıldan uzun bir süre “Rus Sorunu”nu tartışmıştı. Troçki’nin İhanete Uğrayan Devrim’i, 1936’da yayımlanmış olmasına rağmen, Sovyetler Birliği’nin tanımlayıcı çözümlemesi olmaya devam ediyor. Dördüncü Enternasyonal, Troçki’nin Sovyetler Birliği’ni yozlaşmış bir işçi devleti olarak çözümlemesine dayanarak, SSCB’nin evrimini, onun farklı tarihsel gelişme aşamaları boyunca kavrayabilmiştir. Dördüncü Enternasyonal, SSCB’yi “devlet kapitalisti” olarak tanımlayan ya da onun sosyalizme ulaşmış –ya da ulaşmanın eşiğinde– olduğunu iddia eden Sovyet toplumu teorilerini eleştiriye tabi tutmuştur.
Dördüncü Enternasyonal, Stalinist bürokrasiyi yeni türde bir sömürü toplumunun tarihsel öncüsü (Bruno Rizzi’nin Dünyanın Bürokratikleşmesi’nde ve James Burnham’ın Yönetimsel Devrim’inde olduğu gibi), hatta yeni bir sınıf (Milovan Djilas’ın ileri sürdüğü gibi) olarak tanımlayan sağcı teorileri reddetti. Uluslararası Komite, 1953’te, Michel Pablo ile Ernest Mandel önderliğindeki bir eğilime karşı mücadele içinde kuruldu. Troçki’nin, Stalinist bürokrasiyi Sovyet toplumu içindeki asalak ve karşıdevrimci bir güç olarak çözümlemesini reddeden bu eğilim, Kremlin yönetimini ve onun tüm dünyadaki partilerini, sosyalizme ulaşmada merkezi güç olarak göstermeye çalışıyordu.
Troçkist analizin Sovyetler Birliği’ne ilişkin başlıca unsurları şunlardı: 1) Stalinist yozlaşmanın sosyoekonomik ve siyasi açıklaması; 2) bürokrasinin toplumsal işlevine ve Sovyet devletinin iç çelişkilerine yönelik teorik kavrayış; 3) 1924 yılında, Stalin tarafından, “tek ülkede sosyalizm” bayrağı altında açılmış olan ulusal ekonomik yeterlik programının sürdürülemezliği; 4) SSCB’nin, kapitalist sistemin dünya çapında yıkılmasına kaçınılmaz bağımlılığı.
Uluslararası Komite, SSCB’nin dağılmasının tarihsel olarak temellendirilmiş uluslararası çözümlemesinden hareketle, Sovyetler Birliği’nin sonunu, uluslararası işçi sınıfının tarihsel krizinin –siyasi önderlik ve tarihsel perspektif krizi– en aşırı ifadesi olarak kavradı. Sovyetler Birliği’nin dağılması, dünyadaki gelişmelerden yalıtılmışlık içinde gerçekleşen bir olay değildi. Zafer gösterileri yapanların SSCB’nin sonunun Marksizmin iflasını gösterdiği iddiası, eleştirel incelemede başarısız oldu. Bunun iki temel sebebi vardı.
İlk olarak, “Marksizmin başarısızlığı” teorisinin yandaşları, Sovyet rejiminin Sovyetler Birliği’nin dağılmasından önceki yarım yüzyıl içinde izlediği politikaların herhangi bir şekilde Marksist teoriye dayandığını gösteremediler. Onlar, bunun yerine, Troçki’nin Stalinizmin teorik ve pratik olarak Marksizmin inkarı olduğunu gösteren eserlerinden başlayarak, kapsamlı Marksist yazını öylece yok saydılar.
İkincisi, Sovyet rejiminin politikalarının Marksist, Marksist olmayan ya da Marksizm karşıtı karakteri sorununu bir an için bir yana bıraksak bile, SSCB’nin dağılması, 1980’lerin sonlarına kadar, onlarca yıl boyunca milyonlarca üyeye sahip olmuş olan geleneksel işçi sınıfı örgütlerinin –hem partilerin hem de sendikaların– tamamının dünya çapında çökmesinin ortasında gerçekleşmişti. Eğer Sovyetler Birliği’nin başarısızlığı onun sözde Marksist programının sonucu idiyse, şiddetli bir biçimde Marksizm karşıtı olan kapitalizm yanlısı sosyal demokrat partiler ile sendikaların tüm dünyada fiilen eş zamanlı çöküşü nasıl açıklanacaktı?
ABD’deki en büyük sendika federasyonu AFL-CIO, Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) ile en sıkı ilişki içinde çalışarak, Soğuk Savaş boyunca, tüm dünyada, Sovyetler Birliği’ne ve işçi örgütleri içindeki her türlü solcu etkiye karşı mücadele etmek için devasa kaynaklar ayırmıştı. Ama AFL-CIO’nun 1990’lardaki çöküşü, sendikacılık bağlamında, Sovyetler Birliği’nin çökmesi kadar çarpıcıydı. AFL-CIO, o zamandan beri, neredeyse tam bir siyasi güç ve etki kaybına uğradı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana geçen çeyrek yüzyıl içinde, üyelerinin önemli bir bölümünü yitirdi. Şu ya da bu biçimde, tüm dünyadaki eski işçi ve emek örgütlerinin yaşadığı şey bu oldu.
İşçi sınıfının karşı karşıya olduğu dünya çapındaki kriz bağlamında bakıldığında, Sovyetler Birliği’nin tüm tarihine ve onun dağılmasının nedenlerine ilişkin bir değerlendirme, Uluslararası Komite tarafından, 1991’deki gelişmelerin hemen ardından, asli ve kaçınılmaz bir siyasi görev olarak görüldü. Ekim Devrimi’nin devasa tarihsel önemi göz önünde bulundurulduğunda, SSCB’nin nihai çöküşü, işçi sınıfının geniş kesimleri içinde yalnızca kafa karışıklığına ve çözülmeye yol açabilirdi. Egemen sınıfın, medya ve düşünsel olarak en fazla yozlaşmış akademisyenler içindeki bütün güçlerini, kafa karışıklığını şiddetlendirmek için seferber edeceği öngörüldü. Egemen sınıf, işçi sınıfının kendi tarihini anlamasını önlemek için, bütün tahrifat ve yanlış bilgilendirme silahlarını kullanacaktı.
Troçkist hareket, tarihsel tahrifata karşı mücadelede daha o zaman önemli bir deneyim edinmiş durumdaydı. Yalanları çürütüp teşhir edip, Troçkist hareketin Ekim Devrimi’ne yönelik Stalinist ihanete karşı onlarca yıl süren mücadelesinin başlıca biçimi olduğu söylenebilir. Tarihe ilişkin yalanlar, Stalinist bürokrasinin siyasi iktidarı gasp etmesinde yaşamsal bir rol oynamıştı. Ekim Devrimi’nin iki önderinden biri ve Kızıl Ordu’nun kurucusu olarak Troçki’nin hem Sovyetler Birliği’ndeki hem de uluslararası alandaki devasa saygınlığını ortadan kaldırmaya çalışan Stalin ve yandaşları, yalanlar üzerine kurulu bir kampanya başlattılar. Onlar, Troçki’yi Lenin’in uzlaşmaz hizipsel karşıtı olarak göstermek için, Rus sosyal demokrat hareketinin 1917 öncesi tarihini tahrif ettiler. Troçki’yi köylülüğün düşmanı gibi göstermek için, onun Rusya Komünist Partisi’nin önderliği içinde savunduğu politikaları bile bile yanlış tanıttılar. Yalanlar, 1930’lara gelindiğinde devasa boyutlar edindi. Troçki ve destekleyicileri, Sovyet karşıtı sabotajcılar ve teröristler, emperyalizmin SSCB’de kapitalizmi restore etmeye niyetli ajanları gibi sunuldu. Bu yalanlar, Stalin tarafından 1936’da başlatılan ve Sovyetler Birliği içinde yüz binlerce devrimci sosyalistin –Sovyet işçi sınıfının ve Marksist entelijansiya en fazla siyasi bilince sahip unsurlarının– fiziksel olarak ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanan Moskova Duruşmalarının ve Büyük Terör’ün temelini oluşturdu. 1936 ile 1939 yılları arasındaki kitlesel katliamlar, on yılı aşkın bir süre önce başlamış olan tarihsel tahrifat sürecinin son ürünleriydi. Troçki, 1937’de, “Kanlı hukuki komplo hazırlıklarının, ‘küçük’ tarih çarpıtmaları ve ‘masum’ biçimde tahrif edilmiş alıntılarla başladığı, inkar edilemez bir tarihsel olgu olmayı sürdürüyor,” [3] diye yazmıştı.
Uluslararası Komite’nin, tarihe ilişkin Sovyet sonrası siyasi nedenli yalan söyleme dalgasına yanıtı, onun bu trajik geçmişe ilişkin bilgisine dayanıyordu. Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl’da yer alan makalelerin ve konferans notlarının çoğu, Sovyet ve yirminci yüzyıl tarihinin önemli yanlarını doğrudan doğruya tahrif eden ya da çarpıtan veya Marksist teorinin ve pratiğin en önemli unsurlarını yanlış aktaran burjuva akademisyenlerin makalelerine ya da kitaplarına yanıt olarak yazılmıştı. Kitabımın, burjuva akademisyenlerinin geniş bir kesimi içinde bilimsel standartların ve entelektüel sağlamlığın korkunç bir şekilde aşındığını belgelediğine inanıyorum.
Tarihsel tahrifatın teşhir edilmesi kaçınılamaz bir siyasi sorumluluk iken, aynı zamanda, yalanların çürütülmesini pozitif bir bağlamda; yani, yirminci yüzyılın trajik deneyimleri eliyle meşru bir şekilde ortaya çıkan soruları yanıtlayarak ve meseleleri netleştirerek açıklamaya çalıştım. Burjuva akademisyenler tarafından bu sorulara verilen yanıtların yanıltıcı ve sıkça yanlış olması, bu soruların meşru olmadığı anlamına gelmez.
Birinci bölüm, yirminci yüzyılın önemli sorularından biri ile ilgileniyor. İktidarın Ekim 1917’de Bolşevikler tarafından ele geçirilmesi, önemli bir toplumsal tabana ve siyasi desteğe sahip olmayan küçük bir komplocular grubunun gerçekleştirdiği bir darbe miydi? Yoksa Bolşevik Parti’nin bu amaçla bir program ve yönelim sağladığı gerçek, kitlesel bir devrimci işçi sınıfı hareketinin sonucu muydu? Dürüst bilim insanlarının gerçekleştirmiş olduğu ciddi araştırmalara dayanarak (neyse ki bu tür insanlar hâlâ bulunuyor), burjuva Geçici Hükümet’in devrilmesinin kitlesel devrimci bir ayaklanmanın sonucu olduğu savını güçlü bir şekilde destekleyen kanıtlar sunuyorum. Bolşevik Parti, onun siyasi duruma ilişkin çözümlemesi olaylar eliyle doğrulandığı ve programı işçi sınıfının geniş kesiminin ihtiyaçlarını ve duygularını ifade ettiği için, 1917 yılında hızla büyümüştü.
Sovyet rejiminin gerçek bir devrimci hareketin ürünü olduğu kabul edilse bile, hâlâ şu soruların sorulması gerekir: Sovyetler Birliği’nin Stalinist yozlaşması kaçınılmaz mıydı? Nihayetinde SSCB’nin dağılmasına yol açan bürokratik diktatörlüğün bir alternatifi var mıydı? Yoksa durum, kapitalist olmayan bir temel üzerinde ekonomik bakımından yaşayabilir bir toplumu kurmak mümkün olmadığı için, sosyalizmi gerçekleştirme yönündeki her girişimin başarısızlıkla sonuçlanması mı? Ben bu soruları, yirmi birinci yüzyıldaki devrimlerin yirminci yüzyıldakilerden daha iyi olacağına ilişkin umutlu güvenceler vererek yanıtlamaya kalkışmıyorum. Bunun yerine, 1920’li yıllarda Rusya Komünist Partisi içinde önemli iç ve dış politik konular üzerine yaşanan yoğun mücadeleyi kayıt altına almış belgelerden alıntı yapıyorum. 1923 yılında kurulmuş olan ve Troçki’nin önderlik ettiği Sol Muhalefet, uygulanmaları durumunda Stalin’in önderliği altında yaşananlardan bütünüyle farklı bir evrimi mümkün kılacak politikalar uğruna mücadele etmişti.
Eğer Ekim Devrimi ve sonrası ile ilgili anlaşmazlıkların çözümü yalnızca yalanların çürütülmesini ve tarihsel gerçekliğin doğrulanmış olgular üzerinde yeniden kurulmasını gerektirseydi, her Sovyet ve yirminci yüzyıl tarihi öğrencisinin Lev Troçki’nin eserlerini okuması şart olurdu. Bununla birlikte, büyük siyasi farklılıklar, yalnızca gerçekler üzerinde değil ama aynı zamanda maddi çıkarlar üzerine bir mücadeleyi de kapsar. Ünlü bir deyiş vardır: “Eğer geometrik aksiyomlar maddi çıkarları etkiliyorsa, onları çürütme yönünde bir girişimde bulunulur.” Gerçeğin kendi çıkarlarını olumsuz etkilediğinin farkında olan siyasi gericilik güçleri, gerçeği itibarsızlaştırmak için ellerinden geleni yaparlar. Troçki’nin yazmış olduğu gibi, yalan, burjuva toplumun temellerini oluşturan ve halk tarafından desteklenen özgürlük ve eşitlik idealleri ile toplumsal baskı ve eşitsizlik gerçekliği arasındaki uçurumu dolduran ideolojik çimentodur. Çelişkiler ne kadar keskinse, yalanlar o kadar büyük olur.
Bu aşırı toplumsal çelişkiler döneminde, tarihsel gerçeğin belirlenmesi, burjuva entelektüel yaşam içindeki gerici ve son derece tehlikeli eğilimler eliyle büyük ölçüde karmaşıklaştırılmış durumda. Tarih ve siyaset hakkında yalan söylemek yirminci yüzyılda başlamadı. Ama gerçek ile yalan arasındaki ayrımı ortadan kaldırmayı entelektüel olarak, felsefi temelde haklı çıkarma yönünde böylesine kararlı bir çaba, yalnızca son on yıllar içinde, postmodernizmin tüm dünyadaki üniversitelerin entelektüel yaşamı içinde baskın eğilim olarak ortaya çıkmasıyla birlikte söz konusu oldu. Bu yüzden, Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl, kökeni ve evrimi teorik olarak öznel idealist akıldışıcılık olan, siyasi olarak sosyalizm düşmanlığıyla güdülenmiş ve toplumsal olarak egemen sınıf ile orta sınıfların hali vakti yerinde kesimlerinin maddi çıkarlarından kaynaklanan postmodernist teoriyi hatırı sayılır bir uzunlukta ele alıyor.
Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl’daki postmodernizm eleştirisi, Fransız felsefeci Francois Lyotard’ın ve Amerikalı felsefeci Richard Rorty’nin eserlerine dikkat çekiyor. Şimdi Leipzig’de konuştuğuma göre, Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’nde Doğu Avrupa Araştırmaları Bölümü’nün başkanı olan Profesör Jörg Baberowski’nin yazılarına dikkat çekerek, Alman akıldışıcıları ihmal etmemi telafi etmem gerekiyor. Baberowski’nin eseri, yalnızca, postmodernizm, siyasi gericilik ve olgusal kanıtlar ile bilimsel bütünlüğün en temel standartlarına yönelik sinik bir küçümseme arasındaki bağlantıyı en aşırı şekilde örneklendirdiği için önemlidir. Rus Devrimi ve Tamamlanmamış Yirminci Yüzyıl’ın önsözünde, onun tekbenci “Temsili olmayan bir gerçeklik yoktur,” [4] iddiasından alıntı yaparak, Baberowski’nin eserine kısa bir göndermede bulundum. Baberowski’nin tarih kavrayışını biraz daha ayrıntılı olarak ele almak doğru olur.
Baberowski, 2001’de, mantığa aykırı görünen, Tarih Her Zaman Şimdiki Zamandır başlıklı bir kitaba, bir makale ile katkıda bulunmuştu. Eğer bu başlık doğru olsaydı, bize şimdiki zamanın kökenleri hakkında hiçbir şey anlatmayacağı için, tarihi incelemeye hiçbir şekilde gerek olmazdı. Aslında Baberowski, geçmişin incelenmesinden öğrenilecek bir şeyler olduğu düşüncesine coşkuyla karşı çıkmaktadır. “İnsanın geçmişten öğrenilebileceği, saygınlığını yitirmiş olan eski günlerin bir yanılsamasıdır.” [5]
Geçmiş ile şimdiki zaman arasındaki ayrımın ortadan kaldırılmasının, olayları geniş bağlamlarından koparma ve bireyleri, kişiliklerini biçimlendiren ve son tahlilde yaşamlarının gidişatını belirleyen gerçek ortamdan çıkarma gibi bir etkisi olmak zorundadır.
Ciddi bir tarihçinin, geçmişi araştırırken, çalışmasını kendi döneminin siyasi, ideolojik, toplumsal ve kültürel etkileri altında yürüttüğünden kuşku duyulamaz. Bütün önemli tarihsel eserler geçmiş ile günümüz arasında bir iletişimi içerirler. Ama bilim insanı araştırmasının konularını sanki günümüzün konularıymış gibi ele alırsa, tarih çalışması yapmış olmaz. Julius Caesar, Jeanne d’Arc ve Martin Luther, birçok temel konuda bizimkinden farklı zamanlarda yaşamışlardı. Büyük Fransız feodal toplum tarihçisi Marc Bloch, Tarihçinin Zanaatı adlı kitabında şunları yazmıştı:
Kısacası, tarihsel bir olgu, zaman içindeki kendi yerinden kopartılarak anlaşılamaz. Bu, kendimizin ve başkalarının bütün evrimsel aşamaları için geçerlidir. Eski bir Arap atasözünün belirttiği gibi: “İnsanlar babalarından çok kendi dönemlerine benzerler.” [6]
Geçmişin yeniden yaratılması, yalnızca empati ve hayal gücü değil ama aynı zamanda entelektüel titizlik ve sabır gerektirir. Profesyonel tarihçiler, kitaplık arşivlerinde, laboratuvarlarda çalışan biyologların ve kimyacıların sergilediği adanmışlıkla ve özenle çalışmak zorundadırlar. Rus Devrimi’nin en iyi Amerikalı tarihçilerinden biri olan Leopold Haimson (1927–2010), son kitabı Rusya’nın Devrimci Deneyimi, 1905-1917’nin girişinde şunları yazmıştı:
… Gerçekten özgün ve önemli herhangi bir tarihsel eserin anlamının özgün kaynağının izi, en başta, yazarının araştırmasında dikkati üzerinde toplamak için seçtiği ana kaynakların özgün seçiminde sürülür. Buna, eserin asıl değerinin, nihayetinde, bu kaynaklara nüfuz edip onları çözümlemesindeki hassasiyet ve sezgi düzeyine bağlı olduğunu ekleyebilirim. [7]
Ama Baberowski, geçmişi ana kaynakların özenle incelenmesi ve dikkatli yorumu üzerinden olabildiğince tam olarak yeniden kurmaya çalışan tarihçileri küçümsemektedir. O, şunları yazıyor:
Geçmişi olduğu gibi gösterme iddiasının bir yanılsama olduğu ortaya çıkmıştır. Tarihçinin arşivlerde karşılaştığı şey geçmiş değil; yalnızca geçmişin bugünde yaşayan parçasıdır. Belgelerin ve kaynakların, tarihçinin nesnelerinin konuşturulması gerekir. Onlar kendileri adına konuşamazlar. Geçmiş bir kurgudur. Onun gerçekliği tarihçinin ilgileriyle ve sorularıyla belirlenir. [8]
Arşivden çıkartılan belgelerin elbette yaşayan tarihçiler tarafından incelenmesi ve yorumlanması gerekir. Ama bir tarihçi bir belgeyi yorumladığında, kişisel beğenileri bir yana, hayal gücünün taşkınlık yapmasına izin veremez. Bu tür bir entelektüel disipline sahip olamayan Baberowski, sistematik araştırmayı reddetmekte ve Rus Devrimi’nin, kendi kişisel ve komünizm karşıtı siyasi görüşlerinin bir yansımasından başka bir şey olmayan, öznel bir öyküsünü oluşturmaktadır.
Böylece, Tarih Her Zaman Şimdiki Zamandır’daki Rus Devrimi üzerine makalede şu açıklama ile karşılaşıyoruz:
İsyandan greve kadar düzenin yadsınmasından yaşam biçiminin sosyal demokratikleşmesine yol açan başkalaşımlar, Rusya’da hiçbir zaman rastlantısal olaylardan başka bir şey değildi. Rusya’nın Devrim’e giden yolunun özünü simgeleyen pogromdu. [9]
Bu cümleyi, yalnızca tarihsel kayıtlara bütünüyle ilgisiz biri yazabilirdi. 1905’te çok büyük grevler vardı. 1912’de, Lena altın madenlerindeki madencilerin katledilmesinin ardından grevlerde olağanüstü bir artış yaşanmıştı. Bu, 1914’te Dünya Savaşı’nın patlamasına kadar sürmüştü. Dahası, pogromu Rus Devrimi’nin “özü” olarak betimlemek, gerçekliği tersyüz etmektir. Rusya’daki Yahudi karşıtı pogromlar üzerine çok sayıda ayrıntılı inceleme yapılmıştır. Pogromların en kötü ünlüleri, 1881-1884, 1903-1906 ve 1917-1922 yılları arasında meydana geldi. Binlerce Yahudi’nin katledildiği bu dehşet verici olaylar ile Çarlık rejiminin kitlesel muhalefeti ezme çabaları arasındaki bağlantı, çok sayıda bilimsel incelemede inkar edilemez şekilde ortaya konmuş durumda.
1905 yılında Odessa’daki pogrom, devlet yetkililerinin ve polisin desteğiyle, rejimin, devrimci grevlerin baskısı ve St. Petersburg Sovyeti’nin doğması nedeniyle önemli siyasi ödünler vermek zorunda kalmasından birkaç gün sonra gerçekleşmişti. Süremiz, pogromlar ile anti-sosyalist karşıdevrim arasındaki bağlantıyı açıkça ortaya koyan, Çarlık belgelerinden alıntı yapan çok sayıda bilimsel akademik çalışmadan alıntı yapmama izin vermiyor. Baberowski’nin bu belgelerden ve onları çözümlemeyen araştırma makalelerinden habersiz olduğuna inanmak mümkün değil. Ama o, öznel olarak uydurduğu hikayesi ile çeliştikleri için bunları yok saymayı tercih etmektedir. Bu örnekte, nesnel gerçeğin tespit edilme olasılığının postmodern inkarı, kasıtlı bir tarihsel tahrifata ideolojik örtü işlevi görmektedir.
Baberowski’nin nesnel gerçeklik yapısını sökmesi, özellikle çarpıcı ifadesini, Rus Devrimi’ni bir işçi sınıfı ayaklanması olarak tanımlayan tarihçileri alenen suçlamasında buluyor. O, şunları yazıyor:
“Kahrolsun işçi sınıfı”: İnsan, ücretlere bağlı kişilerin sayısını saymaya dayanarak bir işçi sınıfı oluşturan ama onların deneyimlerini ve kimliklerini yok sayan tarihçilere böyle haykırmak istiyor. Devrim’in protestoları işçi sınıfını içermiyordu. Üstelik Bernd Bonwetsch’in 1991 gibi geç bir tarihte dünyadan bihaber okurlarını ikna etmeye çalıştığının aksine, işçi hareketi ile solcu entelijansıyanın kaynaşması da söz konusu değildi. [10]
Bu patlama, bütün cahilliği ve saçmalığı ile birlikte, Baberowski’nin eserinin altında yatan gerici siyasi gündemi ortaya koymaktadır. O, kelimenin geçerli anlamıyla, bir tarihçi değildir. Tarih ile propaganda arasındaki ayrımı silen Baberowski, tarihsel kayıtları, kendi sağcı siyasi gündemi yararına yok saymakta ve tahrif etmektedir. Baberowski’nin sözcük seçimi, okurların onun eserinde yaşam bulan siyasi ruhu tespit etmesini mümkün kılan, oldukça ayırt edici bir koku taşımaktadır:
Bolşevik Parti’nin ardında kitleler yoktu; o, ne işçilerin ne de köylülerin çıkarlarını temsil ediyordu; imparatorluğun taşrasında herhangi bir desteğe de sahip değildi. Bu parti, özgürleştirmek istedikleri insanlarla bağlantısı olmayan ve imparatorluğun taşrasında kökleşmemiş Rus ve Yahudi profesyonel devrimcilerin partisiydi. [11]
Bu Bolşevizm tanımlamasının siyasi içeriğini burada, Almanya’da açıklamanın gerekli olmadığına inanıyorum. Yine de, bunun, derin bir entelektüel krizin işareti olduğunu belirteceğim. Öyle ki, bu satırları yazan ve çalışmaları tarihsel gerçek karşısında böylesi bir aşağılama sergileyen biri, Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’nde önde gelen bir akademik konumu işgal edebiliyor.
İnsanları yanlış yönlendirmek, onların eleştirel yeteneklerini köreltmek ve direnme güçlerini azaltmak için siyasi gericilik güçleri tarafından kullanılan kitle politikalarının tanınmış bir aracı olarak “Büyük Yalan”, yirminci yüzyılda ortaya çıktı. Günümüzde yirminci yüzyıl tarihinin sistematik tahrifatı biçimini alan “Büyük Yalan”a karşı mücadele, insan soyunun kriz içindeki kapitalist sisteme karşı yükselen ilerici mücadelesinin asli bir unsurudur. Bu sistem, siyasi ve ekonomik olduğu kadar entelektüel olarak da iflas etmiştir. Varlığını sürdürmesi yalanlara bağlı olan bir sistem ölüme mahkumdur. Tarihsel gerçek uğruna bu mücadele, Troçki’nin şu sözlerinden esinlenmelidir: “…gerçek zafere ulaşacak! Biz onun yolunu açacağız. O zafer kazanacak!” [12]
Dipnotlar:
[1] Çevirmenin notu: Partei für Soziale Gleichheit (Toplumsal Eşitlik Partisi, PSG), 18-19 Şubat 2017’de düzenlenen kongrede, ismini Sozialistische Gleichheitspartei (Sosyalist Eşitlik Partisi, SGP) olarak değiştirdi.
[2] Çevirmenin notu: Efsaneye göre, Adem ile Havva’nın ilk erkek çocuğu Kabil, kardeşi Habil’i öldürünce, tanrı, ona beddua ettiğini açıklamış ve bedenine bir işaret koymuştu. Bu işaret, onu öldürecek olanın tanrının lanetine uğrayacağını ve ona verilecek zarardan yedi kat ağır şekilde cezalandırılacağını belirtiyordu.
[3] Lev Troçki, The Stalin School of Falsification [Stalin’in Tahrifat Okulu] (Londra: New Park Publications, 1974), s. ix.
[4] Jörg Baberowski, Der Sinn der Geschichte: Geschichtstheorien von Hegel bis Foucault, (Münih, 2005), s. 22. Yazarın kendi çevirisi.
[5] Jörg Baberowski, Eckart Conze, Philipp Gassert, Martin Sabrow, Geschichte ist immer Gegenwart: Vier Thesen zur Zeitgeschichte (Stuttgart/Münih: Deutsches Verlags-Anstalt, 2001), s. 10. Yazarın kendi çevirisi.
[6] Marc Bloch, The Historian’s Craft (New York: Vintage Books, 1964), s. 35.
[7] Leopold Haimson, Russia’s Revolutionary Experience, 1905–1917: Two Essays (New York: Columbia University Press, 2005), s. xxix.
[8] Baberowski, vd., Geschichte ist immer Gegenwart, s. 11.
[9] Age., s. 25.
[10] Age., s. 33.
[11] Jörg Baberowski. “Was war die Oktoberrevolution?”, 22 Ekim 2007, erişim: http://www.bpb.de/apuz/30140/was-war-die-oktoberrevolution. Yazarın kendi çevirisi.
[12] Lev Troçki’nin Konuşması, 9 Şubat 1937, I Stake My Life [Hayatımı Adadım] (New York: Labor Publications, 1977), s. 26.