Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (ABD) önderlerinden Bill Van Auken’in, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi tarafından 3 Mayıs’ta düzenlenen Uluslararası Çevrimiçi 1 Mayıs Toplantısı’nda yaptığı konuşmanın metni.
Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi (DEUK), bu 1 Mayıs kutlamasında, Kuzey, Orta ve Güney Amerika işçilerini ortak düşmanlarına (ABD emperyalizmi ve kapitalist sistem) karşı mücadele için birleştirme kararlılığını yeniden doğrulamaktadır.
Bu yarıküredeki tüm ülkelerde toplumsal eşitsizliğin artması ve işçi sınıfının toplumsal ve demokratik haklarına yönelik amansız saldırı, bu birliği pratikte biçimlendirmenin en güçlü nesnel koşullarını yaratıyor.
Latin Amerika, dünyanın en eşitsiz bölgesi olmaya devam etmektedir. Şu anda, tahminen 167 milyon insan yoksulluk içinde, 200 milyon kişi ise yoksulluk eşiğinde yaşıyor. Kitlelerin sefaleti ile birlikte, bölge nüfusunun en zengin yüzde biri şaşırtıcı bir servet biriktirmiş durumda. Toplam serveti 440 milyar dolar olan Latin Amerikalı milyarderlerin sayısı 114’e ulaştı ki onların sahip olduğu bu servet, Latin Amerika’nın dört büyük ulusal ekonomi dışındaki bütün ülkelerinin gayrisafi yurtiçi hasılasından fazla.
Kitlesel yoksulluk, sistematik şiddet ve toplumsal çöküş, diğer bölgelerde tanık olduğumuz gibi, özellikle ABD emperyalizminin tüm toplulukları önemli ölçüde azaltan soykırıma yakın zapt etme savaşları düzenlediği Orta Amerika üzerinden evlerini terk eden sığınmacılar gönderiyor.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Sosyalist Eşitlik Partisi, bu göçmen işçilerin ve gençlerin diledikleri ülkede, polis ve göç ile ilgili yetkililerin elinde baskılara ve sınırdışı edilmeye maruz kalmaksızın yaşama ve çalışma hakkını savunuyor. Partimiz, göçmen ve ABD’de doğmuş işçileri, rekor düzeyde (2 milyondan fazla) göçmeni sınırdışı etmiş olan Obama yönetimine ve göçmen karşıtı şovenizmi canlandırmaya çalışan Cumhuriyetçi sağa karşı mücadelede birleştirmek için mücadele ediyor.
Latin Amerika, uluslararası düzeyde savaş yönelimine yol açan temel çelişki alanlarından biridir. Bölgeyi, kibirli bir şekilde, uzun süredir kendi “arka bahçesi” olarak gören ABD emperyalizmi, rakiplerinin, özellikle de Çin’in giderek artan egemenlik iddialarıyla karşı karşıya.
Geçtiğimiz yıl, Latin Amerika’ya Dünya Bankası ile Amerika Kıtası Kalkınma Bankası’nın toplamından daha fazla borç veren Çin bankaları, buradaki yatırımlarını yüzde 71 arttırdı. Çin, Brezilya, Arjantin, Peru ve Venezuela ile toplam ikili ticarette, ABD’yi şimdiden geçmiş durumda.
ABD Güney Komutanlığı’nın başı, ABD Kongresi’ne verdiği son ifadede, kaygılı bir şekilde, Pentagon “Asya’ya dönüş”ü başlatırken Çin’in kendi “Amerika kıtasına dönüşü” ile ilgilendiğini belirtti.
Amerikan emperyalizmi, egemenliğinden kesinlikle sessizce vazgeçmeyecek ve ekonomik gerilemesini dengelemek için giderek daha fazla militarizme başvuracaktır.
ABD, Washington’ın 1898 İspanya-Amerika savaşı ile birlikte küresel emperyalist güç olarak ortaya çıkmasını izleyen yüzyılda, Latin Amerika’da, doğrudan askeri müdahale ya da Pentagon ile CIA’in düzenlediği askeri darbeler yoluyla 40’tan fazla hükümet devirdi. Daha yakın dönemlerde, 2002’de, Venezuela’nın -şimdi ölmüş- devlet başkanı Hugo Chavez’i devirmeye yönelik başarısız girişime; 2004’te, Haiti’de Aristide’nin alaşağı edilmesine ve 2009’da, Honduras’ta Zelaya’nın devrilmesine tanık olundu.
Tüm yarıkürede sessizce askeri üsler ağı oluşturan ve askeri tatbikatlar için birlikler sevk eden Washington, bölgeye askeri olarak müdahalede bulunmaya devam ediyor.
Emperyalizmi yenilgiye uğratmak, ABD’li işçileri de kapsayan Amerika işçi sınıfının görevidir. Bu, ne kadar “sol” iddiaları olursa olsun, burjuva hükümetlere ya da hareketlere devredilemez.
Bu, 20. yüzyılın acı deneyimidir. Küba Devrimi’nin doğası üzerine teşvik edilen kafa karışıklığı ve onu gerilla savaşını canlandırarak kopyalama yönündeki girişimler, o dönemde bölgede hızla yayılan devrimci mücadeleler dalgasına ihanete yol açmıştı.
Pablocu revizyonizm ve onun Latin Amerika’daki türü Morenoculuk, bu ihanette son derece önemli bir rol oynadı. Castroculuğun Küba’da bir işçi devleti kurmuş olduğunu ve küçük-burjuva ulusalcı gerillacılığının genel olarak sosyalizme giden yeni bir yolu temsil ettiği düşüncesini ileri süren bu güçler, işçi sınıfının devrimci rolünü reddettiler.
ABD emperyalizmi ile Küba yönetimi arasında ABD Ticaret Odası tarafından desteklenen ve Amerikan Devletleri Örgütü’nün (OAS) geçtiğimiz ayki zirvesinde kutlanan uzlaşma, bu rejimin ve onu iktidara getirmiş olan devrimin karakterini vurgulamaktadır. Bu, söz konusu deneyimin bir bilançosunu çıkartma fırsatıdır.
Pablocular, Karl Marx tarafından geliştirilmiş olan “işçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaktır” temel kavrayışını reddettiler. Onlar, işçi sınıfının bilinçli müdahalesi olmaksızın sosyalizme ulaşılabileceğini ve işçi sınıfı içinde siyasi iktidarın ele geçirilmesi uğruna gerekli bilinci geliştirmek için mücadele eden Marksist devrimci bir partiye artık gerek olmadığını iddia ettiler.
Bu revizyonist perspektife karşı, yalnızca Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi mücadele etti. DEUK, bu perspektifin siyasi etkilerinin Küba’nın çok ötesine geçtiği ve ortaya işçi sınıfı için felaket getirici sonuçlar çıkarttığı uyarısında bulundu.
Bu uyarılar, trajik şekilde doğrulandı. Castrocu gerillacılığın teşvik edilmesi, gençliğin radikalleşmiş kesimlerini işçi sınıfı içinde devrimci önderliğin inşası uğruna mücadeleden koparttı ve onları ordu ile intihar türü çatışmaya yöneltti. Bu, Stalinist, sosyal demokrat ve burjuva ulusalcı bürokrasilerin işçi hareketi üzerindeki etkisini korumasına ve işçilerin devrimci mücadelelerini bastırmasına yardımcı oldu. Bu, aynı zamanda, faşist askeri diktatörlüklerin uygulanmasına bahane sağladı. Sonuç, tüm Latin Amerika’daki güçlü devrimci yükselişin yenilgisi oldu ki bu, emperyalizmin uluslararası ölçekteki yoğun bir devrimci krizler döneminde varlığını sürdürmesine katkıda bulundu.
Troçki’nin sürekli devrim teorisini temel alan ve emperyalizmi yenilgiye uğratma mücadelesinin yalnızca işçi sınıfının önderliği altında, onun iktidarı alması ve devrimi uluslararası alana yayması yoluyla kazanılabileceğinde ısrar eden Uluslararası Komite, bu Pablocu perspektife karşı amansız bir mücadele verdi.
Bu perspektifi yaşama geçirmenin koşulları, tüm Latin Amerika’da ortaya çıkıyor. Bölge nüfusunun ve bölge gayrisafi hasılasının yarısından fazlasını oluşturan en büyük iki ülkesindeki, Meksika ile Brezilya’daki koşullara bakalım. Meksika’da, Ayotzinapa öğrencilerinin katledilmesi ve ortadan kaybolması güçlü çalkantılara yol açtı. O, PRD ve Morenocu hareket gibi sözde “solcu” olanlar da dahil tüm siyasi partileri gözden düşürdü. Onların hepsi, emperyalizmin ve Meksika burjuvazisinin kendi toplumsal karşı-devrimlerini sürdürmek için başvurduğu yöntemlerin doğrudan bir ifadesi olan bu tarihsel suça bulaşmış durumdalar.
Brezilya’da, Petrobras yolsuzluğuna batmış olan, işçilerin haklarına ve toplumsal koşullarına yönelik saldırılar uygulayan ve sokaklardaki sağcı seferberliklere her zamankinde daha keskin biçimde sağa dönerek yanıt veren İşçi Partisi (PT), 13 yıllık iktidarın ardından bütünüyle gözden düştü.
Brezilya’daki egemen sınıf, jandarmanın, geçtiğimiz hafta ülkenin güneyindeki Curitiba kentinde protestocu öğretmenlere yönelik vahşi saldırısında görüldüğü üzere, aynı Meksika’da, ABD’de ve dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, çıplak şiddete başvuruyor. Bu koşullar altında, PT hükümetinin başlıca sözcüsünün, daha önce Brezilya’daki Pablocu hareketin önde gelen üyesi Miguel Rosseto olması rastlantı değil.
Latin Amerika’daki burjuvazinin kendi egemenliğini savunmak için bu tür unsurları topluyor olması, derinleşen bir krizin ve yaklaşan sınıf mücadelesi patlamasının belirtisidir.
Bu yaklaşan devrimci çalkantılar dalgasına hazırlanmadaki belirleyici sorun, yarıkürenin her ülkesinde, işçi sınıfının, Amerika Birleşik Sosyalist Devletleri ortak perspektifi uğruna mücadele eden sosyalist ve enternasyonalist önderliğinin; yani Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin şubelerinin inşasıdır.