Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin (WSWS) Uluslararası Yayın Kurulu Başkanı David North, aşağıda dökümü yer alan konferansı, 7 Ekim’de, Colombo’da, Sosyalist Eşitlik Parti (Sri Lanka) tarafından düzenlenen yüksek katılımlı bir toplantıda verdi. Sri Lanka’da düzenlenen bu ikinci toplantının çağrısı, Dördüncü Enternasyonal’in 80. yıldönümünü ve Sri Lanka’daki SEP’in 50. yıldönümünü kutlamak üzere yapılmıştı.
Dördüncü Enternasyonal’in tarihi üzerine Sri Lanka’da konferans verme fırsatına sahip olmak, büyük bir zevk ve onurdur. Seylanlı devrimci sosyalistlerin Dördüncü Enternasyonal’in ilk yıllarında oynadıkları kahramanca rol, dünya genelindeki Troçkistler tarafından çok iyi bilinmektedir. 1935’te Lanka Sama Samaja Partisi’ni (LSSP) ve daha sonra, 1942’de, Hindistan Bolşevik-Leninist Partisi’ni (BLPI) kuran öncü Troçkistler, devasa güçlükler karşısında, emperyalizmin Hindistan ve Seylan ulusal burjuvazileri içindeki siyasi ajanlarına karşı koydular. Onların siyasi perspektifi, Lev Troçki’nin 20. yüzyılın ilk on yılında geliştirmiş olduğu ve 1917’de Rus işçi sınıfını zafere götüren siyasi stratejiyi sağlamış olan sürekli devrim teorisine dayanıyordu.
Troçki, 1939’da, Hindistan işçilerine bir mektupla seslenmişti. O, tarihe ve sınıf mücadelesinin dinamiğine ilişkin özgün kavrayışıyla, Hindistan alt kıtası kitlelerinin karşı karşıya olduğu temel stratejik meseleleri şöyle özetlemişti:
Hindistan burjuvazisi, devrimci bir mücadeleye önderlik etmekten acizdir. Onlar, Britanya kapitalizmine sıkıca bağlılar ve ona bağımlılar. Onlar, kendi mülkiyetleri için titriyor; kitlelere korkuyla vekalet ediyorlar. Onlar, bedeli ne olursa olsun Britanya emperyalizmi ile uzlaşma peşinde koşuyor ve Hindistanlı kitleleri yukarıdan reform umutlarıyla yatıştırıyorlar. Bu burjuvazinin önderi ve peygamberi, Gandhi’dir. Sahte bir önder ve sahte bir peygamber!
Troçki, “Halk Cephesi” bayrağı altında işçi sınıfının ulusal burjuvaziye tabi olmasını talep eden Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist rejimin oynadığı hain rolü açıkça suçlamış ve şunları yazmıştı:
Ne gülünç bir taklit! “Halk Cephesi”, özünde sınıf işbirliği, yani proletarya ile burjuvazi arasında bir güç birliği (koalisyon) yatan eski politikanın sadece yeni bir adıdır. Bu tür her güç birliğinde, önderlik, kaçınılmaz olarak, sağ kanadın ellerinde, yani, mülk sahibi sınıfın ellerinde toplanır. Hindistan burjuvazisi, daha önceden belirtilmiş olduğu gibi, barışçıl bir anlaşma istemektedir; bir mücadele değil. Burjuvazi ile güç birliği, proletaryanın emperyalizme karşı devrimci mücadeleden vazgeçmesine yol açar. Güç birliği politikası, zamanı bir noktaya işaretleme, oyalama, sahte umutlar besleme, aldatıcı manevralara ve entrikalara girme anlamına gelir. Bu politikanın sonucunda, köylüler proletaryaya sırtlarını döner ve kayıtsızlığa girerken, işçi kitleleri arasında kaçınılmaz olarak hayal kırıklığı başlar.
LSSP’nin kurucuları, bu uyarıya kulak vermiş, ulusal burjuvaziye karşı çıkmış ve Seylan’da güçlü bir devrimci işçi sınıfı partisi yaratmışlardı. Ancak 1964’te, LSSP, attığı adımın trajik sonuçlarıyla birlikte, kuruluş ilkelerine sırtını çevirdi ve Madam Bandaranaike’nin SLFP hükümeti ile bir koalisyona girdi. Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Sri Lanka şubesi olan Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (SEP) önceli Devrimci Komünist Birlik (RCL), bu “Büyük İhanet”e karşı mücadelede, 1968’de kuruldu. Uluslararası Komite’nin Sri Lanka şubesi, yarım yüzyıldır, 1964’teki ihanetin mirasının üstesinden gelmek için uzlaşmaz bir mücadele veriyor. Ama SEP, bu mücadeleyi verirken, BLPI’nin ve LSSP’nin kurucularının, başlangıçta, sadece Sri Lanka’da değil ama dünya genelinde devrimci sosyalizm davasına yaptıkları büyük katkıyı hiçbir zaman unutmamıştır.
Tarihi incelemenin önemi
Sri Lanka’da verdiğim konferanslar, Dördüncü Enternasyonal’in kuruluşunun sekseninci yıldönümüne yönelik uluslararası bir kutlamanın parçasıdır. Troçkist hareket, zorunlu olarak, tarihin bilincindedir. Tarihsel olarak temellendirilmiş bir perspektifin yokluğunda, siyasi çözümleme, eklektik olarak seçilmiş izlenimler seviyesine indirilir. Ciddi politika (devrimci faaliyet, en ciddi politikadır), bilimsel bir yöntemi gerektirir. Denizcilikte, sekstant denilen bir araç var. Bu aracın icadı, bir kaptana, görünen ufuk ile bir gök cismi arasındaki açısal mesafeyi ölçerek gemisinin konumunu tam olarak saptama olanağı verdi. Siyasi yön bulma sürecinde, devrimci parti, görünen siyasi ufuk ile son derece önemli bir tarihsel referans noktası arasında ilişki kurmalıdır.
Uluslararası Komite’nin Said Gafurov adlı bir siyasi karşıtı (kendisi aynı zamanda Rusya’daki Putin hükümetinin destekleyicisi), kısa süre önce, bizim, Stalinistlerin işlediği suçlardan ve ihanetlerden ısrarla söz etmemizi protesto etti. Neden sadece geçmişe mazi diyemiyor ve Stalin’in siyasi mirasçıları ile birlikte çalışmanın yollarını bulmuyoruz? Neden, geçmişin suçları ve ihanetleri günümüzde işbirliği yapmamızı engellesin? Karşıtlarımız, “ne de olsa, Troçki, yetmiş sekiz yıl önce, 1940’ta öldürüldü; Stalin ise, altmış beş yıl önce öldü,” diye yakınıyorlar. Sovyetler Birliği de, yirmi yedi yıl önce, 1991’de dağıtıldı. Troçki’nin, Dördüncü Enternasyonal’i, 1930’ların sonlarında, Sovyetler Birliği’nde devrimci Marksizmin en iyi temsilcilerine karşı bir siyasi soykırım harekatı gerçekleştirmiş olan Stalinistlerden ayıran “kan ırmağı”ndan söz etmesini hatırlamak neden hala gerekli?
Bu karşıtımız, “bugün Troçkizm ile Stalinizm arasındaki farklılıkların ve çelişkilerin, siyasi değil, sadece tarihsel bir karaktere sahip” olduğunu ve bunların, günümüzle, “sadece tarihçilerin ilgi konusu olan Robespierre ile Hébert ya da Danton arasındaki” farklılıklardan daha fazla alakalı olmadığını ilan etti. Karşıtımız, bu farklılıklarla ilgili şunu ileri sürüyor: “onları incelemek önemlidir ama yalnızca tarihsel dersler için (dürüst ve kısmen alaycı olmak gerekirse, tarih, hiçbir zaman, hiç kimseye, hiçbir şey öğretmemiştir.).”
Karşıtımızın ileri sürdüğü sav, tarih ile politikanın, farklı ve ilişkisiz alanlarda var olduğudur. Ona göre, tarihin incelenmesi, soyut bir entelektüel uğraş olabilir. Ama bu, bize, günümüzün pratik siyasi faaliyeti açısından herhangi bir değeri olan hiçbir şey öğretmez. Bunu ileri sürenlerin, Marksist politika ile kesinlikle hiçbir ortak yanı bulunmamaktadır. Devrimci hareket, programını ve faaliyetini, tarihsel deneyime yönelik aralıksız eleştirel yeniden inceleme yoluyla geliştirir. Tarihsel bir referans noktası olmaksızın, sınıf mücadelesinin çalkantılı akıntıları üzerinden yön bulmak olanaksızdır. Dahası, devrimci bir parti, genç kadrolarını ve bir bütün olarak işçi sınıfını, geçmiş yüzyılın anıtsal devrimci olaylarını incelemeksizin nasıl eğitebilir ki?
Yirminci yüzyıl, tarihteki en devrimci yüzyıldı. Her kıtada, ezilen kitleler, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele girdabının içine çekildiler. O yüzyıl, 1917’de, tarihte ilk kez, işçi sınıfının, Bolşevik Parti’nin önderliği altında, siyasi iktidarı ele geçirmesine tanık oldu. Dünya genelinde, işçi sınıfının kapitalizme son verme ve sosyalist bir toplum kurma arzusunu ve kararlılığını yansıtan kitlesel komünist partiler ortaya çıktı.
Durum böyleyken, yüzyılın sonuna gelindiğinde, tüm mücadelelere ve özverilere karşın, kapitalist sınıf dünya genelinde iktidarı elinde tutuyordu. 1917 devriminden çıkan Sovyetler Birliği, bizzat kendi hükümeti eliyle dağıtılmıştı. Çin’de, iktidardaki Komünist Parti, kapitalist ekonominin en aşırı savunucusu haline gelmişti. Bizler, şu anda, sarsıcı toplumsal eşitsizlik düzeylerine sahip bir dünyada yaşıyoruz. Bu siyasi geriye gidiş süreci nasıl açıklanacak?
Tüm dünyada, mevcut koşullara yönelik öfke artıyor. “Kapitalizm”, bir kez daha iğrenç bir sözcük haline geliyor. Mevcut toplumsal düzene bir alternatif olarak sosyalizme yönelik yenilenen bir ilgi söz konusu. Ancak, bu ilerici arayışın ortasında açıkça eksik olan şeyin, geçtiğimiz yüzyılın büyük siyasi deneyimlerinin ve devrimci mücadelelerinin bilgisi olduğunu açık açık belirtmek gerekir. “Devrim” sözcüğü, onun toplumsal temellerine, sınıfsal dinamiğine ve siyasi stratejisine ilişkin bir kavrayış bakımından, elle tutulur bir içerikten yoksundur.
Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasından ve Çin’de kapitalizmin restore edilmesinden sonra doğan gençler, Rus ve Çin devrimlerinin tarihlerine ilişkin ayrıntılı bir bilgi şöyle dursun, bu olayların nasıl meydana geldiği hakkında bile çok az bilgiye sahipler. Onlar, Stalinizm, Maoculuk ya da Castroculuk gibi terimlerin gerçek teorik ve siyasi içeriğini bilmiyorlar. Kuşkusuz, tüm dünyadaki gençler, Che Guevara’nın romantik ve çağrışım yapan görüntüsüne aşinalar fakat onun, açık konuşmam gerekirse, bütünüyle iflas etmiş olan siyasi stratejisi ve programı hakkında hiçbir şey bilmiyorlar.
Marksizme yönelik akademik saldırıların etkisi
Elbette, gençler, geçtiğimiz yüzyılın devrimci altüst oluşlarına ilişkin sınırlı bilgilerinden sorumlu tutulamazlar. Onlar, gerekli bilgiyi kimden ve nereden edinecekler? Kapitalist medya, mevcut toplumsal düzenin yıkılmasına katkıda bulunabilecek bir bilgi vermeyecektir. Peki ya, çok sayıda bilgili profesöre sahip üniversiteler? Ne yazık ki, entelektüel ortam, onlarca yıldır gerçek sosyalist teoriye ve politikaya derinlemesine düşman olmuştur. Felsefi maddeciliğe dayanan Marksist teori, başlıca üniversitelerden uzun bir süre önce sürülmüştür.
Akademik söyleme, Freudçu sahte bilim ve Frankfurt Okulu ile postmodernizmin akıldışıcı saçmalığının idealist öznelciliği yön vermektedir. Profesörler, öğrencilerine, Marksizmin “Büyük Anlatı”sının, modern dünyada geçersiz olduğu bilgisini veriyor. Onların aslında kastettikleri şey, işçi sınıfının kapitalist toplumdaki merkezi ve belirleyici devrimci rolünü kanıtlamış olan maddeci tarih anlayışının, sol politikanın temeli olamayacağı ve olmaması gerektiğidir.
Orta sınıf sahte sol politikanın teorisyenleri ve uygulayıcıları için, geçmişin devrimci mücadeleler tarihini incelemeye gerek yoktur. Tarihin dersleri, onların siyasi açıdan oportünist ve gerici tüm çareleri ile çelişmektedir. Doğrusu, Troçki, bu entelektüel çevrelerdeki lanetlenmiş kişidir. Oysa Troçki’nin yirminci yüzyılda Stalinizme karşı mücadelesinin derslerini inceleyip özümsemeden, yirmi birinci yüzyılda sosyalizm uğruna mücadele etmek mümkün değildir. Bu, işçilerin ve günümüz dünyasında kapitalizme karşı doğru mücadele yolunu ciddi olarak arayan herkesin karşı karşıya olduğu her kritik siyasi strateji sorunu açısından en derin ve doğrudan öneme sahip, geçtiğimiz yüzyılın temel teorik ve siyasi mücadelesi olmayı sürdürmektedir. Bu yüzden, Dördüncü Enternasyonal’in tarihsel ve siyasi kökenlerine ilişkin kısa bir özet vermek gerekiyor.
Troçki’nin Stalinizme karşı mücadelesinin önemi
Eylül 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kurulması, Troçkist hareketin tarihindeki son derece önemli bir kilometre taşıdır. Bu, Lev Troçki’nin, Rusya Komünist Partisi’nin Stalin’in önderliği altında bürokratik yozlaşmasına karşı, Ekim 1923’te Sovyetler Birliği’nde Sol Muhalefet’in kurulmasıyla başlayan önceki on beş yıl boyunca vermiş olduğu mücadelenin siyasi doruk noktasıdır.
Troçki’nin Stalinist rejime karşı mücadelesinin geniş kapsamlı uluslararası sonuçları 1924 sonlarında ortaya çıktı. Bu tarihte Stalin, dünya kapitalist sistemine karşı uluslararası mücadeleden ayrı olarak ve Batı Avrupa ile Kuzey Amerika’nın başlıca emperyalist merkezlerindeki kapitalist egemen sınıfların devrilmesini başarıya ulaştırmaksızın, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi inşa etmenin mümkün olduğu iddiasını ileri sürdü.
“Tek ülkede sosyalizm” programı (Bolşeviklerin iktidarı almasının ve daha sonra, 1919’da Komünist Enternasyonal’in kurulmasının temelini oluşturan uluslararası stratejiden köklü bir kopuş), ayrıcalıkları, siyasi iktidarın gaspından ve 1917’den sonra oluşturulan ulusallaştırılmış ekonominin kaynaklarını kendi çıkarına kullanmasından gelen, Sovyetler Birliği içindeki büyüyen bürokrasinin çıkarlarına siyasi ifadesini kazandırıyordu. Stalin tarafından kurulan ve Marksist devrimcileri kanlı bir şekilde ezip temel araç olarak polis terörünü kullanan totaliter diktatörlük, bürokrasinin ayrıcalıklarını koruyan ve Sovyetler Birliği içinde toplumsal eşitsizliği dayatan siyasi araçtı.
Sovyet rejiminin ulusalcı yozlaşması, en yıkıcı etkisini, Komünist Enternasyonal’in Sovyet dış politikasının bir aracına dönüştürülmesinde buldu. Stalinist bürokrasi, tek ülkede sosyalizm teorisine içkin olan ulusalcı yönelimi savunmaya çalışırken, emperyalist güçlerin askeri müdahalesi engellendiği sürece, sosyalizmin SSCB’de kurulabileceğini iddia etti. Böylece, Komünist Enternasyonal’in hedefi, ittifakların kurulması Stalinist rejimin burjuva ve küçük burjuva güçler ile ittifak peşinde koştuğu ülkelerdeki işçi sınıfının devrimci mücadeleleri pahasına bile olsa, yabancı müttefikler aramak ve bu ittifakları geliştirmek haline getirildi.
Çin devrimi trajedisi
Komünist Enternasyonal’in Sovyet bürokrasisinin ulusal oportünizmine tabi kılınmasının siyasi sonuçları, Stalin’in, Çin Komünist Partisi’nin burjuva Kuomintang’ın ve önderi Çan Kay-şek’in siyasi otoritesini kabul etmesinde ısrar ettiği Çin’de trajik ifadesini buldu. Stalin, Çan’ı, potansiyel bir müttefik olarak görüyor ve onu Çin’de emperyalizme karşı mücadelenin güvenilir bir önderi olarak resmediyordu. Stalin, işçi sınıfının, ulusal burjuvazinin ilerici kesimlerini desteklemekle yükümlü olduğunu ileri sürdü. Troçki, Stalin’in, geç kapitalist gelişmeye sahip ülkelerdeki ulusal burjuvaziyi gelişmiş ülkelerdeki kapitalist sınıftan daha devrimci gibi gösterme çabalarını reddetti. Troçki, özünde, 1917 öncesi Rus Menşeviklerinin görüşünün canlandırılması olan bu görüşün, sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki sınıfsal dinamikleri yanlış değerlendirmeye dayandığını vurguladı. O, şöyle yazdı:
Yabancı sermayenin Çin yaşamındaki güçlü rolü, Çin burjuvazisinin, bürokrasisinin ve ordusunun çok güçlü kesimlerinin yazgılarını emperyalizmin yazgısıyla birleştirmelerine yol açmıştır. “Militaristler” denilenlerin modern Çin yaşamındaki devasa rolü, bu bağ olmaksızın anlaşılamaz olurdu.
Sözde komprador (işbirlikçi) burjuvazi, yani Çin’deki yabancı sermayenin ekonomik ve siyasi temsilcisi ile sözde “ulusal” burjuvazi arasında bir uçurum olduğuna inanmak, çok büyük bir saflık olur. Hayır, bu iki kesim, birbirine, burjuvazi ile işçi-köylü kitlelerinin birbirine olduğundan kıyaslanamaz biçimde daha yakındır.
Troçki’nin çözümlemesinin doğruluğu, olaylar eliyle kanıtlandı. Çan, Nisan 1927’de, Çin Komünist Partisi’ne bir daha belini doğrultamayacak şekilde bir darbe indirerek, Şanghay’daki ve Kanton’daki komünistleri katletmeye girişti. Bu dönüm noktasının ardından, Çin Komünist Partisi, Mao Zedung önderliğinde, kentlerden çekilip kırlara yöneldi. Bu kayma, 1927’den itibaren kendisini kent işçi sınıfı yerine öncelikle köylülüğe dayandıran Çin Komünist Partisi’nin sınıfsal bileşimini ve yönelimini derinlemesine değiştirdi. Sonraki on yıllarda, Maocu yönelimin, Çin Komünist Partisi’nin köylü yönelimini benimsemiş (Sri Lanka’daki JVP dahil) örgütlerin vahim siyasi yönelimsizliğinin ve stratejik hatalarının kaynağı olduğu kanıtlanacaktı.
Troçki, Çin’deki siyasi felakete karşın, Sovyet Komünist Partisi’ni reformdan geçirme mücadelesini sürdürdü. 1927’de Komünist Parti’den ve Komünist Enternasyonal’den atılan Troçki, 1928’de, Çin sınırı yakınlarındaki bir Orta Asya Sovyet kenti olan Alma Ata’da sürgündeydi. Ancak Troçki, Moskova’dan binlerce kilometre uzaktaki bu uzak sürgünde bile, bir devrimci strateji ustası olmayı sürdürüyordu. Troçki, o dönemde Stalin ile müttefik olan Nikolay Buharin’in, Komünist Enternasyonal’in yaklaşan Altıncı Kongre’sinin başlıca dokümanı olarak taslağını hazırladığı programın bir kopyasını edindi. O, tek ülkede sosyalizm teorisine dayanan bu belgeyi etkileyici bir eleştiriye tabi tuttu ve Marksist hareketin temel stratejik yönelimi olarak, sürekli devrim teorisinin temeli olan devrimci enternasyonalizmi savundu. Troçki, şöyle yazıyordu:
Çağımızda, yani dünya ekonomisinin ve dünya politikasının mali sermayenin egemenliği altında bulunduğu emperyalizm çağında, hiçbir komünist parti, programını, sadece ya da esas olarak kendi ülkesindeki koşullardan ya da gelişme eğilimlerinden yola çıkarak oluşturamaz. Bu, SSCB sınırları içinde devlet iktidarını elinde tutan parti için de tümüyle geçerlidir. [I. Dünya Savaşı’nın başladığı] 4 Ağustos 1914’te, ulusal programlar için sonsuza dek ölüm çanları çalmıştı. Proletaryanın devrimci partisi, kendisini yalnızca, mevcut çağın, kapitalizmin en yüksek gelişme ve çöküş çağının karakterine denk düşen uluslararası bir programa dayandırabilir. Bir uluslararası komünist program, hiçbir şekilde, ulusal programların toplamı ya da onların ortak özelliklerinin bir karışımı değildir.
Troçki, şöyle devam ediyordu:
Uluslararası program, doğrudan doğruya, tüm bağlantıları ve çelişkileriyle, yani ayrı parçalarının karşılıklı uzlaşmaz bağımlılığı içinde, bir bütün olarak ele alınan dünya ekonomisinin ve dünya siyasi sisteminin koşullarına ve eğilimine ilişkin bir çözümlemeden yola çıkmalıdır. İçinde bulunduğumuz çağda, proletaryanın ulusal yönelimi, geçmişte olduğundan çok daha büyük bir ölçüde, yalnızca bir dünya yöneliminden çıkmalıdır ve çıkabilir; tersinden değil. Komünist enternasyonalizm ile ulusal sosyalizmin bütün çeşitleri arasındaki temel ve başlıca ayrım, burada yatmaktadır.
Troçki’nin sosyalist devrim dinamiğine, uluslararası koşulların ulusal koşullar karşısındaki önceliğine ilişkin çözümlemesi, 90 yıl sonra bile, sosyalizm uğruna mücadelenin vazgeçilmez stratejik ilkesi olmayı sürdürmektedir.
Troçki’nin Program Taslağının Eleştirisi, beklenmedik bir bürokratik hata sonucu İngilizceye çevrilmiş ve tesadüfen, Altıncı Kongre’deki Amerikalı ve Kanadalı temsilciler James P. Cannon ile Maurice Spector’ın eline geçmişti. Onlar, Troçki’nin dokümanını gizlice SSCB dışına çıkardılar. Bu, Uluslararası Sol Muhalefet’in kurulmasına yol açtı. Sovyet Komünist Partisi’nin Stalinist ulusal yozlaşmasına karşı mücadele, Komünist Enternasyonal’in yozlaşmasına karşı bir mücadeleye genişletildi.
Almanya: “Uluslararası durumun anahtarı”
Uluslararası Sol Muhalefet (USM), 1928 ile 1933 yılları arasında, kendisini, Komünist Enternasyonal’in bir hizibi olarak kabul ediyordu. USM’nin faaliyetleri, Stalinizmin hakimiyetindeki Enternasyonal’e ve partilere yeniden devrimci yönelim sağlamayı hedefliyordu. Troçki, politikalarında bir değişiklik gerçekleştirme olasılığı var olduğu sürece, Komünist Enternasyonal’den vazgeçmeye razı değildi. Troçki’nin siyasi hesaplamalarındaki büyük bir etmen, “uluslararası durumun anahtarı” olarak tanımladığı Almanya’daki krizdi.
Troçki, Ocak 1929’da, Sovyetler Birliği’nden Türkiye’deki Büyükada’ya (Prinkipo) sınır dışı edildi. O, artık, “vizesiz bir gezegen” diye bahsettiği yerde, devletsiz bir sürgün olarak yaşıyordu. Ancak Troçki, İstanbul açıklarındaki bir adada yalıtılmış olmasına rağmen, Almanya’daki duruma ilişkin olağanüstü ileri görüşlü bir çözümleme geliştirdi ve faşist tehdide karşı Almanya Komünist Partisi (KPD) ile Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) bir birleşik cephe kurması çağrısı yaptı.
Nazi partisi, bir kitle hareketi haline gelmişti. Troçki, Nazilerin iktidara gelmesi durumunda, sonuçların, uluslararası işçi sınıfı için siyasi bir felaket olacağı uyarısında bulundu. Nazilerin iktidara yürüyüşünü engellemek için her şey yapılmalıydı. Ancak bu, Almanya Komünist Partisi’nin pervasız, yönünü tümüyle şaşırmış ve inanılmaz biçimde aptalca politikalarında bir değişikliği gerektiriyordu. Moskova’da belirlenen çizgiyi körü körüne izleyen KPD, diğer kitlesel işçi partisi Sosyal Demokrat Parti ile bir birleşik cephe kurmayı reddetmekle kalmamış; hala milyonlarca işçinin desteğine sahip olan SPD’nin, “sosyal faşist”, Nazilerle neredeyse özdeş bir örgüt olduğunu iddia etmişti. KPD, SPD ile Naziler arasında bir farklılık olmadığı için, Hitler’in güçlerine karşı iki kitlesel işçi partisi arasında hiçbir ortak savunma eyleminin kabul edilebilir olmadığını iddia ediyordu.
Troçki’nin uyarmış olduğu gibi, Almanya Komünist Partisi’nin politikaları, Hitler’in iktidara giden yolunu açtı. Hitler, yüksek makamlardaki burjuva politikacıların kritik desteğiyle, 30 Ocak 1933’te Almanya’nın başbakanı oldu. Nazi rejimi, hızla, işçi sınıfının kitlesel örgütlerini, herhangi bir örgütlü direniş olmaksızın, imha etmeye girişti. KPD, bu tarihsel olarak görülmemiş siyasi felakete rağmen, Komünist Enternasyonal içinden bir muhalefet gelmeksizin, politikalarının doğrulanmış olduğunda ısrar etmeyi sürdürdü. Almanya’daki felaket, Troçki’yi, Stalinizme karşı yaklaşımını değiştirmeye zorladı. O, Komünist Enternasyonal’i reforme etmenin olanaksız olduğu sonucuna vardı. Üçüncü Enternasyonal, devrimci bir örgüt olarak ölmüştü; Dördüncü Enternasyonal’i inşa etmek gerekiyordu.
Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal’i kurması
Troçki’nin bir Dördüncü Enternasyonal yaratma çağrısı, onun Sovyet rejimine ilişkin değerlendirmesi ile bağlantılıydı. Troçki, bürokratik rejimi reforme etmenin olanaksız olduğu sonucuna varmıştı. Sovyetler Birliği içinde işçi sınıfını bastırarak ayrıcalıklarını kıyasıya savunan ve SSCB sınırları dışındaki işçi sınıfının mücadelelerine sinik bir şekilde ihanet eden bürokrasi, karşıdevrimci bir toplumsal güç haline gelmişti. Sovyetler Birliği’nin sosyalizme doğru evrimi, Stalinist rejimin siyasi bir devrimle alaşağı edilmesini gerektiriyordu. Sovyet demokrasisinin yeniden kurulması; Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ve kapitalizmin geri getirilmesinin önlenmesi, yalnızca, Sovyet işçi sınıfının devrimci bir ayaklanması ve bürokrasiyi devirmesi yoluyla mümkündü.
Troçki’nin 1933’te Dördüncü Enternasyonal’i kurma çağrısı yapması ile 1938’deki kuruluş kongresi arasındaki beş yıl, sosyalist hareketin tarihindeki en trajik yıllar arasındaydı. Dünya kapitalizminin görülmemiş krizine rağmen, işçi sınıfı bir dizi yıkıcı yenilgiye uğramıştı. Bu yenilgilerin nedeni, mücadele etme iradesinin olmaması değildi. Tersine, 1933 ile 1938 arasındaki yıllarda, sınıf mücadelesinde muazzam bir yükselişe tanık olunmuştu. Fransa, 1936’da, ön devrimci karaktere sahip grevlerle sarsılıyordu. Mayıs ve Haziran aylarında, iki milyondan fazla işçiyi kapsayan ve sanayinin hemen hemen bütün sektörlerini etkileyen 12.000’i aşkın grev gerçekleşmişti. Devrimci işçilerin fabrika işgalleri, en militan eylemler arasındaydı. Haziran 1936’da, İspanyol ve Katalan işçiler, Francisco Franco’nun önderlik ettiği faşist generallerin darbe girişimine güçlü bir ayaklanma ile karşılık vermişlerdi.
Ancak hem Fransa’da hem de İspanya’da, işçi sınıfının başlangıçtaki zaferleri, moral bozukluğu ve yenilgi ile sonuçlandı. Yenilgilerin siyasi aracı, Stalinist ve sosyal demokrat partilerle sendikaların burjuvazi ile ittifakı olan “Halk Cephesi” idi. Bu ittifakın apaçık temeli, işçi sınıfının özlemlerine karşı kapitalist mülkiyetin savunusuydu. Stalinistler, faşizme karşı mücadelenin, burjuva demokrasisinin savunusundan ibaret olduğu ve işçi sınıfının, faşizmle, yalnızca, kapitalist sınıfın liberal demokratik kesimleri ile ittifak içinde mücadele edebileceği konusunda ısrar ettiler. Dolayısıyla, demokratik kapitalistleri uzaklaştıracağı ve onları faşistlerin kampına yönlendireceği için, sosyalist bir program ileri sürmek ve onun için mücadele etmek kabul edilemezdi.
Halk Cephesi’nin karşıdevrimci anlamı, en tam ifadesini İspanya’da buldu. Sovyet gizli polisi GPU’nun kontrolündeki Stalinist parti, İspanya’da, Franco’nun yenilgisinin işçi sınıfının ve köylülüğün devrimci bir program temelinde seferberliğini gerektirdiği konusunda ısrar edenleri ele geçirip öldürüyordu. Stalinistler, Franco’nun zaferini garantiye aldılar.
Stalin SSCB sınırları dışındaki işçi sınıfına ihanet ederken, onun Sovyetler Birliği içinde, 1936 ile 1938 yılları arasında Moskova’daki üç açık yargılamayla örneklenen “Büyük Terörü”, bütün bir Marksist devrimciler kuşağının fiziksel imhasını kapsıyordu.
Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal’i kurduğu koşullar bunlardı. Troçki’nin yeni bir Enternasyonal’in gerekliliğindeki ısrarı, onun Stalinist rejimi mahkum edişinin aşırı uzlaşmaz ve kesin olduğunu iddia edenlerden gelen muhalefet ile karşılaştı. Başka bir eleştiri, Troçkist hareketin yeni bir Enternasyonal kurmak için fazla küçük olduğu ve dahası, bir Enternasyonal’in, yalnızca, “büyük olaylar” temelinde kurulabileceği idi.
Troçki, kendisini eleştirenleri, Dördüncü Enternasyonal’in kuruluşunun, gerçekte, “büyük olaylar”a; işçi sınıfının tarihteki en büyük yenilgilerine dayandığında ısrar ederek yanıtladı. Bu yenilgiler, eski örgütlerin ihanetini ve siyasi değersizliğini açığa vurmuştu. Dahası, kritik mesele, partinin büyüklüğü değil, onun programının niteliği; yani, Dördüncü Enternasyonal’in ileri sürdüğü programın, tarihsel çağın doğasına ilişkin doğru bir değerlendirmeye ve işçi sınıfının siyasi görevlerine ilişkin doğru formülasyona dayanıp dayanmadığı idi.
Elbette, partinin büyüklüğü sorunu, önemsiz değildir. Kapitalizmin yıkılması, bir avuç insanın komplosu yoluyla başarıya ulaştırılamaz. Sosyalist devrim, büyük halk kitlelerinin bilinçli katılımını gerektirir. Bununla birlikte, teorinin, yalnızca, parti programının nesnel gerekliliği saptayıp dile getirmesi durumunda tarihsel olarak ilerici ve devrimci bir anlamda maddi bir güç haline gelebileceği, Marksizmin bir önermesidir. Nesnel koşullara ilişkin yanlış bir değerlendirmeye dayanan ve programları tarihsel çağın gereklerine denk düşmeyen partiler, kısa ömürlü başarıları ne olursa olsun, eninde sonunda siyasi yıkıma uğrarlar.
Dördüncü Enternasyonal’in sürekliliği
Öyleyse, Dördüncü Enternasyonal’in tarihsel sürekliliğinin sebebi nedir? Her şeyden önce, Dördüncü Enternasyonal’in çözümlemesinin ve programının çağın nesnel karakterine uygun olmasıdır. Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş belgesi, mevcut tarihsel çağı kapitalizmin can çekişme çağı olarak tanımlamıştı. Troçki, şöyle yazıyordu:
Proleter devrimin ekonomik önkoşulu, halihazırda, kapitalizm altında ulaşabileceği en yüksek olgunlaşma noktasına erişmiştir. İnsanlığın üretici güçleri durgunluk içinde. Şimdiden, yeni icatlar ve gelişmeler, maddi zenginliğin düzeyini arttırmakta başarısız oluyor. Tüm kapitalist sistemin toplumsal kriz koşullarındaki konjonktürel krizleri, kitlelere, gitgide daha ağır yoksunluklar ve acılar yüklüyor. Giderek artan işsizlik ise, devletin mali krizini derinleştiriyor ve istikrarsız parasal sistemlerin altını oyuyor. Hem demokratik hem faşist rejimler, bir iflastan diğerine yuvarlanıyor.
Troçki’nin bir felakete yönelik uyarıları gerçeğe dönüştü. Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasından tam bir yıl sonra patlayan İkinci Dünya Savaşı, altmış milyondan fazla yaşama mal oldu. Kapitalist sınıf, savaşın ardından gezegene yayılan ayaklanmalardan, Stalinist partilerin olmazsa olmaz yardımıyla, siyasi uzlaşmalar, taktiksel tavizler ve mutlaka gerekli olduğunda, acımasız baskı yoluyla sağ çıktı. Savaşın enkazlarının üzerine yeniden inşa edilen kapitalizm, onlarca yıl boyunca, azımsanmayacak bir ekonomik büyüme yaşadı. Ancak, toplumsal üretim ile üretici güçlerin özel mülkiyeti ve dünya ekonomisinin bütünleşmiş karakteri ile ulus devlet sistemi arasındaki temel çelişkiler, varlıklarını sürdürüyordu.
Doğu Avrupa’daki ve Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist rejimlerin dağıtılması, egemen seçkinler ve onların medya propagandacıları ile akademik savunucuları tarafından, hep bir ağızdan, kapitalizmin sosyalizm karşısındaki zaferi olarak selamlandı. 1990’ların zafer gösterileri, Stalinist rejimlerin sosyalist olduğu ve kapitalizmin çelişkilerinin üstesinden bir şekilde gelindiği biçimindeki iki yalana dayanıyordu. Ancak, geçtiğimiz 30 yılın deneyimlerinin ışığında, kapitalizmin zafer kutlamalarının, en hafif deyimle, erken olduğu ortadadır. Egemen seçkinler, Stalinist rejimlerin dağılmasının ardından, kapitalizmin insanlığa barış, refah ve evrensel demokrasi bahşedeceğini ilan etmişlerdi.
Gerçeğin çok farklı olduğu kanıtlanmıştır. ABD’nin 1991’de Irak’ı istila etmesinden ve Yugoslavya’daki iç savaştan başlayarak, bitmek bilmeyen askeri çatışmalar yaşandı. 11 Eylül olaylarının ardından başlatılan “Terörle Mücadele”, artık, ufukta sonu görünmeden on sekizinci yılına giriyor. Jeopolitik rekabetin ve çatışmaların yoğunlaşması, dosdoğru, bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın patlak vermesine doğru ilerliyor. Amerika Birleşik Devletleri, Çin’in yükselişine karşı koymak için askeri güç kullanması gerekse bile, Çin’in başlıca dünya gücü olarak yerini almasına izin vermeyeceğini açıkça ortaya koymuş durumda. Aynı zamanda, ABD, Avrasya’ya ve Ortadoğu’ya egemen olma planlarının önündeki bir engel olarak gördüğü Rusya ile ciddi anlaşmazlık içinde. Daha geçtiğimiz hafta, ABD’nin NATO temsilcisi, ülkesinin, saldırı silahlarının yasadışı biçimde geliştirilmesi olduğunu iddia ettiği şeye karşı koymak için Rusya’ya karşı önleyici bir saldırı düzenlemeye hazır olduğunu ilan etti. Böylesi açık bir tehdit, en büyük iki nükleer güç arasındaki çatışmada tehlikeli bir tırmanmadır. Dünya, ölümcül sonuçları betimlemenin güç olduğu bir nükleer savaşın eşiğine ilerliyor.
Artan uluslararası şiddet bağlamında, her ülkede, özellikle aralarında ABD’nin de bulunduğu gelişmiş kapitalist ülkelerde, toplumsal gerilimler tırmanıyor. Gerilimlerin temel nedenleri, kalıcı ekonomik kriz ve sarsıcı toplumsal eşitsizlik seviyeleridir. Bir düzineden az milyarder, dünya nüfusunun yarısından daha fazla servete sahip. Amazon’un sahibi Jeff Bezos’un, 150 milyar olduğu tahmin edilen bir kişisel serveti var. Onun servetine, sadece bir saat içinde, ortalama bir işçinin ömür boyu kazanacağı toplam para miktarının kat kat fazlasına denk düşen milyonlar ekleniyor.
Toplumsal eşitsizlik ve demokrasinin çöküşü
Toplumsal eşitsizlik, kaçınılmaz olarak, toplumsal ve sınıfsal çatışmaya yol açar. Toplumsal gerilim, belirli bir noktada, o kadar aşırı bir hal alır ki, demokrasinin mekanizmaları çökmeye başlar. Şu anda dünya genelinde gelişmekte olan durum budur. Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesi, kapitalist sınıfın üzerinden yönettiği köklü demokratik siyasi yapıların sistemsel çöküşünün belirtisidir. Faşizmin iktidara geri dönmesi tehlikesine ilişkin yaygın bir tartışma var.
Yazarlar Steven Levitsky ile Daniel Ziblatt, How Democracy Dies [Demokrasi Nasıl Ölüyor] kitabında, ümitsiz ve üzgün bir halde, şöyle yazıyorlar:
Demokrasimiz tehlikede mi? Bu, hiçbir zaman soracağımızı düşünmediğimiz bir soru … Geçtiğimiz iki yılda, politikacıların, ABD’de görülmemiş olan ama başka yerlerde demokratik krizin habercileri olduğunu bildiğimiz şeyleri söyleyip yaptıklarını gördük. Her ne kadar kendimizi durumun burada gerçekten bu kadar kötü olamayacağı konusunda rahatlatmaya çalışıyor olsak da, diğer pek çok Amerikalı gibi, korkuyoruz.
Yine de, kaygılanıyoruz. … Dünyanın en eski ve en başarılı demokrasilerinden birinin gerilemesini ve çöküşünü mü yaşıyoruz?
ABD’nin eski dışişleri bakanı Madelaine Albright, Fascism: A Warning [Faşizm: Bir Uyarı] adlı bir kitap yazdı. Albright, kitabında, ABD’de aşırı sağın canlanmasına ilişkin aşağıdaki basit açıklamayı sunuyor:
Eğer faşizmi geçmişten kalan neredeyse iyileşmiş bir yara olarak düşünürsek, Trump’ın Beyaz Saray’a getirilmesi, sargının sökülmesi ve yara kabuğunun çekiştirilmesi gibiydi.
Ancak bu siyasi tanı, otoriter rejimin küresel bir olgu olduğu gerçeğini görmezden gelmektedir. Yascha Mounk, The People Versus Democracy’de [Halk mı Demokrasiye mi], faşist hareketlerin canlanmasının küresel boyutuna dikkat çekiyor:
Örneğin, Donald Trump’ı eşsiz bir Amerikan olgusu olarak görmek çok çekicidir. … Ancak, Trump’ın doğurduğu tehdidin gerçek doğası, yalnızca, daha geniş bir bağlamda; Atina’dan Ankara’ya, Sidney’den Stockholm’e ve Varşova’dan Wellington’a kadar, her büyük demokraside güç kazanan aşırı sağcı popülistler bağlamında kavranabilir. Bütün bu ülkelerde yükselişte olan popülistlerin aralarındaki apaçık farklılıklara karşın, ortaklıkları derinleşiyor ve her birini, siyasi sistem için şaşırtıcı derecede aynı yollarla bir tehlike haline getiriyor.
Yine son dönemde yayınlanan, Jason Stanley’in How Fascism Works [Faşizm Nasıl İşler] adlı kitabı da, aşırı sağın yükselişinin küresel karakterine dikkat çekiyor:
Son yıllarda, dünya genelinde birçok ülke, belirli aşırı sağcı milliyetçilik türlerinden geçiyor; liste, Rusya’yı, Polonya’yı, Hindistan’ı, Türkiye’yi ve Amerika Birleşik Devletleri’ni içeriyor … Ben, faşizm isimlendirmesini, ulusun, onun adına konuşan otoriter bir önderin şahsında temsil edildiği bir aşırı milliyetçilik türü (etnik, dinsel, kültürel) için uygun görüyorum.
Faşist canlanmanın en tehlikeli dışavurumu, Nazilerin, Üçüncü İmparatorluk’un çöküşünden ve II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden yetmiş yıl sonra, yeniden ciddi bir siyasi güç olarak ortaya çıktığı Almanya’daki son gelişmelerde bulunuyor. Irkçı ve Musevi karşıtı sloganlar atan Nazi göstericiler, Chemnitz ve Dortmund sokaklarında yürüyüş yaptılar. Bu gösterileri özellikle önemli hale getiren şey, onların boyutu değildir. Naziler, hala görece küçük bir siyasi güçler ve Almanya içinde horlanıyorlar. Fakat Naziler, Alman devletinin en üst kademelerinde güçlü efendilere sahipler. Chemnitz’deki gösterinin ardından, iktidardaki koalisyon hükümetinin İçişleri Bakanı Horst Seehofer, Nazi çetesine yönelik içten sempatisini dile getirdi. Anayasayı Koruma Bürosu’nun (BfV) başındaki Hans Georg Maaßen, aksini ispat eden video kayıtlarına rağmen, çetenin, gösteriye tanık olan yabancıları tehdit etmiş olduğunu inkar etti.
Almanya’da, Üçüncü İmparatorluk’un tüm dehşetlerini yaşamış olan bu ülkede, Nazizmin yeniden canlanması nasıl açıklanacak? Ülkenin her yerinde, Hitlerciliğin kurbanlarının anısını onurlandıran sayısız anıt var. Ancak, geçici iyileşme döneminde olan ama tedavi edilmemiş bir hastalık gibi, eski belirtiler kendilerini yeniden dışavuruyorlar. Faşizmin en mükemmel çözümlemesini yapmış olan Troçki, kapitalizmin çelişkilerinden ve burjuva demokrasisinin –küresel ekonomik krizin, uluslararası jeopolitik gerilimlerin ve iç toplumsal çatışmanın ağırlığı altında– çökmesinden kaynaklanan bu siyasi belanın, tersine çevrilemez bir süreç olduğunda ısrar etmişti.
Demokrasi, kapitalizm temelinde kurtarılamaz ve sağlığına geri kavuşturulamazdı. Troçki’nin, işçi sınıfını sözde “liberal” ve “ilerici” burjuva partilerine tabi kılan ve böylece faşizmin zaferini garanti altına alan Halk Cepheciliğinin hain politikasını mahkum ettiği 1930’larda yaptığı tüm uyarılar, muazzam bir güncel geçerlilik kazanıyor. Troçki, 1936’da, şöyle yazıyordu:
Halk Cephesi, işçileri ve köylüleri parlamenter yanılsamalarla uyuşturarak, mücadele azimlerini felce uğratarak, faşizmin zaferi için uygun koşulları yaratmaktadır. Burjuvazi ile koalisyon politikasının bedeli, proletarya tarafından, faşist terörün eğer on yıllarca değilse yıllarca sürecek yeni eziyetleri ve kurbanları ile ödenmesi gerekecektir.
Troçki’nin tüm uyarıları gerçekleşti. Halk Cephesi, 1939 ile 1945 arasında on milyonlarca insanın yaşamına mal olan felaketlerle son buldu. Durum böyle iken, Troçkizmin düşmanları, yani tarihin derslerini önemsemeyen sahte sol siyasi sahtekarlar, bugün, 1930’ların ve 1940’ların felaketlerinden sorumlu aynı politikaları savunuyorlar. Çağdaş sahte sol teorisyenlerin en ünlülerden biri olan Profesör Chantal Mouffe, sınıf işbirlikçi neo-Stalinist halk cephesinden başka bir şey olmayan bir “Sol Popülizm”i savunuyor. İşçi sınıfının devrimci rolüne ve onun kapitalist sömürüye karşı mücadelesinin merkeziliğine dayanan “özcü” sol politikayı açıkça reddetme çağrısı yapan Mouffe, Sol Popülizm’in, “liberal demokratik rejimden ‘devrimci’ bir kopuşu gerektirmediğini” ileri sürüyor.
Mouffe, “liberal-demokratik kurumları ortadan kaldırmadan mevcut hegemonik düzeninin dönüşümünü gerçekleştirmek mümkündür” diye yazıyor. Ona göre, kapitalist-emperyalist devlet (sömürünün, baskının ve eşitsizliğin acımasız ve büyük çapta silahlanmış koruyucusu), el değmeden kalmalı. Peki, Mouffe’nin, işçi sınıfının kapitalist devleti devrimci yoldan yıkması, kapitalist oligarkların mülksüzleştirilmesi ve üretim ve finans araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması yönündeki Marksist programa alternatifi ne? O, şöyle yazıyor: “Bir sol popülist yaklaşım”, sağcı partilerin destekleyicilerine seslenebilecek “farklı bir sözcük dağarcığı” ve “farklı bir dil sağlamayı denemelidir.” (!) Siyasi iflasın bundan daha açık bir ifadesini hayal etmek mümkün mü? Profesör Mouffe, bizim, işçi sınıfının devrimci bir program temelindeki seferberliği olmaksızın, faşizm tehlikesi ile mücadele edilebileceğine inanmamızı bekliyor. Gereken tek şey, reformizmi yeni bir sözcük dağarcığı ile süslemek.
Devrimci önderlik krizi
Kapitalizmin can çekişme çağında var olan siyasi alternatifler ya faşist barbarlık ya da sosyalist devrimdir. İkisinden birinin zaferi, insanlığın geleceğini belirleyecek. Faşizmin zaferi, insan uygarlığının ölümü anlamına gelir. Sosyalist devrimin zaferi ise, insan uygarlığının yeni ve olağanüstü bir düzeyde canlanıp serpilmesi olanağının önünü açar. Önümüzde duran seçenekler bunlardır.
Yirminci yüzyılın ilk on yıllarındaki devrimci mücadelelerdeki değişiklikleri inceleyen ve Ekim 1917’deki büyük zaferin ardından gelen çok sayıda yenilginin nedenini açıklamaya çalışan Troçki, “devrimci önderlik krizi”ni, çağın temel sorunu olarak saptamıştı. Sosyalizmin zaferi için nesnel koşullar mevcuttu. Ancak öznel önderlik sorunu çözülmemiş kalmaya devam ediyordu. Bu, çağımızın temel görevi olmayı sürdürmektedir.
Troçkizmin, özellikle küçük burjuva sahte sol politikanın sayısız çeşidinin temsilcileri arasındaki karşıtları, Dördüncü Enternasyonal’e sürekli “sekter” diye saldırıyor. Onlar, Uluslararası Komite’nin, küçük burjuva sahte sol gibi, egemen sınıfa bağlı olmayı reddetmesine katlanamıyorlar.
İlkelere bağlılığımıza öfkeli olan karşıtlarımız, Troçkist hareketin saflarına milyonlarca kişiyi toplamamış olduğu gerçeğine işaret ediyorlar. “Dördüncü Enternasyonal Troçki tarafından ilan edildi ama hiçbir zaman inşa edilmedi,” cümlesi, düşmanlarımız arasında popüler bir nakarattır. Onlar, bu cümleyle, Dördüncü Enternasyonal’in evrimini, geçtiğimiz seksen yılın tüm sınıf mücadelesi tarihinden ayırıyorlar. Onlar, sahte sol tarafından yeğlenen partilerin ve örgütlerin (Stalinistler, Maocular, burjuva milliyetçileri, işçi bürokrasileri), Troçkistlere iftira atarak, onları hapsedip öldürerek Dördüncü Enternasyonal’in gelişmesini engellemeye çalıştıklarını unutmayı tercih ediyorlar.
Peki, karşıtlarımız Dördüncü Enternasyonal’e alternatif olarak ne sunuyor? Onların, siyasi faaliyetlerinin seksen, kırk ve hatta yirmi yılını anmaya kalktıklarında, gururla gösterebilecekleri siyasi başarılar ne olur? Stalinistler, Sovyetler Birliği’nin enkazlarını ve Rusya’ya ekonomik tecavüzü gösterebilirler. Maocular, Çin’in küresel kapitalizmin bir odak noktasına dönüşümünü, yeni çıkmış onlarca milyarderin yurdunu gösterebilirler. Castrocular, Küba’nın, dolarları yerel ekonominin hayatta kalması adına gerekli olan Amerikan turistler için nasıl yeniden bir cennet olduğunu gösterebilirler. Sosyal Demokrat partiler, burjuvazinin geleneksel sağcı partilerinden hemen hemen ayırt edilemiyorlar. Britanya’daki Corbyn örneği, yalnızca, sosyal demokrat örgütlerin sosyalizm mücadelesinin araçlarına dönüştürülemeyeceğini bir kez daha kanıtlıyor. Doğrusu, onlar, artık ılımlı sosyal reform araçlarına bile dönüştürülemezler. Tüm bu örgütlerin ortak yanı, Troçki’nin kullandığı ifadeyle, tepeden tırnağa çürümüş olmalarıdır.
Dördüncü Enternasyonal, Troçki tarafından, işçi sınıfı içindeki devrimci önderlik krizini çözmek için kuruldu. O, kapitalizmin can çekişme çağında ortaya çıkan siyasi görevlerin kolayca başarıya ulaşmayacağını anlamıştı. Troçki, Mayıs 1940’ta, Stalinist bir ajan tarafından öldürülmesinden sadece iki ay önce, şöyle yazıyordu:
Kapitalist dünya, uzatılmış bir can çekişme göz önüne alınmazsa, hiçbir çözüme sahip değil. Savaş, ayaklanmalar, kısa ateşkes araları, yeni savaşlar ve yeni ayaklanmalar ile geçen uzun yıllara hatta on yıllara hazırlanmak gerekiyor. Genç bir devrimci parti, kendisini bu perspektife dayandırmalıdır.
İnsan, Troçki’nin öngörmüş olduğu gibi, onlarca yıl boyunca “savaş, ayaklanmalar, kısa ateşkes araları, yeni savaşlar ve yeni ayaklanmalar”dan geçti. En olumsuz koşullarda siyasi olarak zulme uğrayan bir azınlık olarak Marksizmin mirasını Uluslararası Komite’nin önderliği altında savunan Dördüncü Enternasyonal, muazzam deneyimler biriktirmiştir. Olaylar, onun tarihsel perspektifini doğrulamıştır. Şimdi, kapitalizmin can çekişmesinin bu geç ve çok ileri aşamasında, Dördüncü Enternasyonal’i Sosyalist Devrimin Dünya Partisi olarak inşa etmenin koşulları halen mevcuttur.