ABD ile İsrail’in İran’a karşı savaşının altında yatan jeostratejik nedenler

ABD, 21 Haziran’da İran’daki üç nükleer tesisi bombalayarak, İsrail savaş uçaklarının ülkeye geniş çaplı bir saldırı başlattığı 12 Haziran’da başlayan yasa dışı savaşı çarpıcı bir şekilde tırmandırdı.

İtfaiyeciler İsrail'de İran'ın füze saldırısıyla vurulan bölgeyi inceliyor, 24 Haziran 2025, Salı. [AP Photo/Leo Correa]

ABD-İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü savaşta ölenlerin toplam sayısı, büyük çoğunluğu sivil olmak üzere, 610 kişiye ulaştı. Onlardan 13’ü çocuktu.

İran’a yönelik bombardıman şimdilik durdu. Kırılgan bir ateşkes yürürlükte. Ancak İsrail Genelkurmay Başkanı Korgeneral Eyal Zamir’in Salı günü şu tehdidi savurdu: “Önemli bir bölümü tamamladık ancak İran’a karşı harekât sona ermedi.”

Zamir’in sözleri, bu özel “bölüm”ün sonucu ne olursa olsun, ABD ve İsrail’in bölgede uzun süredir devam eden stratejik hedeflerine ulaşmaya kararlı olduklarını yansıtmaktadır: İran rejimini felç etmek ve Körfez’in geniş petrol ve doğal gaz rezervleri üzerinde yeniden kontrol sağlamak.

İsrail, Ekim 2024’te, o zamana kadar İran topraklarına karşı yapılmış en büyük tekil saldırıyı düzenlemişti. Ancak daha geniş kapsamlı bir savaş ABD başkanlık seçimleri sonrasına ertelendi. Aynı ay İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu niyetini açıkça ortaya koydu: “İran nihayet özgürleştiğinde -ki o an insanların düşündüğünden çok daha erken gelecek- her şey farklı olacak.”

İsrail, Filistin halkına karşı neredeyse iki yıldır tırmanan soykırımın ardından, saldırmak için uygun zamanı şimdi buldu. İran’a karşı savaş, yıllar süren bir birikimin doruk noktasını işaret ediyor. Hem İsrail hem de Amerikan egeme çevreleri bölgedeki en kalıcı düşmanlarına saldırma arzusunu paylaşıyordu. Bu savaş aynı zamanda her iki toplumda da artan iç krizler ve çelişkiler karşısında bir dikkat dağıtma işlevi görüyor.

İran’ın en büyük ticari ortağı olan Çin, bu savaşın arkasındaki nihai hedeftir. Çin’e karşı savaşa hazırlanmaya odaklanan Trump yönetimi, İran rejiminin boyun eğmesini ya da ortadan kaldırılmasını, Çin ile savaş yolunda kritik bir stratejik adım olarak görüyor. Bu adım, geniş enerji rezervlerini geri almanın ve dünyanın en kritik jeopolitik geçitlerinden ikisi, Basra Körfezi ve Hazar Denizi üzerinde ABD hakimiyetini yeniden iddia etmenin yolunu açıyor.

İran’da ABD ve Britanya emperyalizmi

90 milyondan fazla insanın yaşadığı İran, Ortadoğu’nun en kalabalık ikinci ülkesidir. Ayrıca ABD’nin 2003 yılında istila edip harap ettiği Irak’ın iki katı büyüklüğündedir.

İran’ın petrol zenginliği onu yüzyılı aşkın bir süredir ABD ve Britanya emperyalizminin hedef tahtasına yerleştirmiştir.

1908 yılında Britanyalı jeologlar İran’da dünyanın en büyükleri arasında yer alan devasa petrol yatakları keşfettiler. Britanya devleti, bugünkü BP’nin öncüsü olan Anglo-Persian Oil Company’yi (APOC) kurmak için hızla harekete geçti. İran petrolü Britanya muazzam kârlar sağlarken, İran halkı bundan neredeyse hiçbir şey alamadı.

1940’ların sonlarına doğru, bu zenginliği geri almak isteyen güçlü bir grev ve protesto hareketi ortaya çıktı. Başbakan Muhammed Musaddık ve Ulusal Cephe önderliğindeki hareket, petrol sanayisini ulusallaştırmak, toprağı yeniden bölüştürmek ve monarşinin iktidarını sınırlamak için bastırdı. Ilımlı bir burjuva milliyetçisi olan Musaddık bir denge kurmaya çalıştı -ABD ile temasa geçti ve orduyu kitle hareketinin bazı bölümlerine karşı kullandı- ancak onun yarım yamalak önlemleri bile Britanya ve ABD için çok fazlaydı.

1953’te CIA ve Britanya istihbaratı, Musaddık’ı deviren ve Şah’ı yeniden iktidara getiren bir darbe (“Ajax Operasyonu”) düzenledi. Generalleri satın almak ve şiddet yanlısı çeteleri harekete geçirmek için İran’a para akıtıldı. Tanklar Tahran’a girdi. Muhammed Rıza Pehlevi yönetiminde kurulan acımasız diktatörlük 1979’a kadar sürecekti. On binlerce işçi ve sosyalist hapsedildi, işkence gördü ya da öldürüldü. İran’ın petrolü bir kez daha BP başta olmak üzere Batılı şirketlere akmaya başladı.

Şah döneminde İran sadece önemli bir petrol üreticisi olmasının yanı sıra ABD’nin geniş Avrasya coğrafyasına gücünü yansıtması adına bir ileri harekât üssü işlevi gördü. 1953 darbesinin ardından ABD, İran’ın askeri ve istihbarat servislerinin modernize edilmesine yardımcı oldu ve Sovyet sınırına yakın bir gözetleme tesisleri ağına erişim kazandı. Füze testlerini ve askeri iletişimi izlemek için kullanılan kritik bir sinyal istihbarat istasyonu da bunlar arasındaydı. Bu karakollar ABD’nin Sovyet topraklarının derinliklerine bakmasına olanak sağlıyor ve İran’ın Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’daki komünist etkiye karşı bir siper olarak konumlanmasına yardımcı oluyordu.

Şah’ı deviren ve mollaları iktidara getiren 1979 İslam Devrimi’nin ardından Irak, ABD’nin zımni onayıyla İran’ı istila etti. Reagan yönetimi 1982’den itibaren sekiz yıl süren bu acımasız savaş boyunca Saddam Hüseyin’e silah, istihbarat ve siyasi destek sağladı.

1990’lardan bu yana ABD, sürgündeki monarşistleri ve muhalif grupları finanse etmek için milyarlarca dolar harcarken, İran’ın ekonomisini harap eden ve kitlelerin yoksullaşmasına neden olan felç edici yaptırımlar uyguladı. Bu politikalar rejimi yıkmayı başaramadı ama büyük ıstıraplara yol açtı.

2017’de büyük protestolar patlak verdi ve 85 şehre yayıldı. Bu gösteriler ABD’nin denetiminde değillerdi; hem burjuva milliyetçi İslam Cumhuriyeti’ne hem de ülke üzerindeki emperyalist kıskaca yönelik yaygın nefreti yansıtıyorlardı.

İran’ın petrolü ve Çin’in kalkınmasındaki rolü

İran 150 milyar varilden fazla kanıtlanmış petrol rezervine sahiptir ve bu da onu dünyanın en büyük dördüncü rezerv sahibi yapmaktadır. Ülke ayrıca Rusya’dan sonra ikinci en büyük doğal gaz rezervlerine sahiptir. Ancak günlük 3 milyon varil civarında olan ve dünya üretiminin yaklaşık yüzde 3’ünü oluşturan petrol üretimi, potansiyelinin oldukça altındadır. Yaptırımlar İran’ı petrol üretiminde önemli bir artış sağlayabilecek sermaye, teknik uzmanlık ve yabancı ortaklıklardan mahrum bıraktı.

Yaptırımlara ve diğer engellere rağmen İran’ın petrol ihracatı kritik bir alıcı buldu: Çin.

Çin bugün, İran petrolünün yüzde 90’ını büyük ölçüde gayrı resmi veya yarı gizli kanallar aracılığıyla ve genellikle indirimli olarak satın alıyor. Batı’nın denetimini ve yaptırımlarını bypass eden bu akışlar, iki ülkenin stratejik ortaklığını besliyor ve ABD’nin İran ekonomisini boğma çabalarını engelliyor.

Çin için bu ilişki hayati önem taşımaktadır. Günde 11 milyon varilin üzerinde petrol ithal ediyor ki bu rakam dünyadaki tüm ülkelerden daha fazladır. Pekin yenilenebilir enerji kaynaklarını hızla genişletirken, sanayi üssü ve petrokimya sektörü hala büyük ölçüde ham petrole bağımlıdır. İran şu anda Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yüzde 15’ini sağlıyor.

Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı

Ancak İran’ın önemi salt petrol üretiminin ötesine geçiyor. İran, dünyanın en kritik petrol geçiş noktası olan Hürmüz Boğazı üzerinde fiilen bir kontrole sahip. Deniz yoluyla taşınan petrolün yüzde 20’sinden fazlası bu dar geçitten geçiyor. İran, ABD saldırılarına misilleme olarak boğazı kapatma tehdidinde bulunurken, bu satırların yazıldığı sırada petrol piyasaları birkaç puan düşmüş durumdaydı. Tacirler İran’ın boğazı kapatmayacağı yönündeki bahis oynadılar.

İran’ın sözde “petrol silahı”nı kullanma konusunda isteksiz olmasının bir nedeni de Hürmüz Boğazı’ndan çıkan petrolün büyük bir kısmının artık doğuya, Çin’e gidiyor olmasıdır. Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt ve BAE, Çin’in başlıca tedarikçileridir. İran boğazı kapatacak olursa bu Körfez ülkeleriyle ilişkilerini gerecek ve daha da önemlisi en büyük ticaret ortağı olan Çin’e zarar verecektir.

ABD’li stratejik planlamacılar bu dinamiği iyi anlıyor. Tarihteki en büyük petrol hamlesi olan Amerikan hidrolik kırılmasının yükselişi, ABD’ye Ortadoğu’yu paramparça etmek için geçici olarak nefes alma imkânı sağladı. Bu şekilde bunun ülke içinde nispeten daha az sonucu oldu. Petrol piyasaları küresel kalmaya devam ederken fiyat artışları ABD’yi yine de etkileyecek olsa da Hürmüz Boğazı trafiğindeki herhangi bir aksamadan hemen ve en doğrudan etkilenecek olan Çin’dir.

Çin kritik minerallerin rafinasyonunda küresel piyasaya hakim olsa da ABD ve müttefikleri küresel petrol ve doğal gaz akışları üzerinde halen çok daha büyük bir kontrole sahiptir. Çin ile gelecekte yaşanacak herhangi bir çatışmada petrol ve doğal gaza erişim kritik bir baskı noktası olacaktır. Her gün dünya çapında üretilen her dokuz varil petrolden biri Çin’e gönderiliyor. Bu akış kesilirse, Çin ekonomisi üzerindeki etkisi anında ve potansiyel olarak yıkıcı olacaktır.

Trump yönetimi işte bu nedenle, özellikle İran’ı denklemden çıkararak Çin’in kilit tedarikçilerinden birini devre dışı bırakma ve ABD emperyalizminin küresel enerji sistemi üzerindeki hakimiyetini sıkılaştırma olasılığından oldukça hoşnut görünüyor.

Petrol, İran’ın önemini anlamanın merkezinde yer alsa da daha geniş bir stratejik değere sahiptir. İran; Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya ve Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan çok sayıda jeopolitik fay hattının kesiştiği noktada yer almaktadır. Toprakları sadece Basra Körfezi’ne erişim sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda Hazar Denizi’ne ve Rusya’nın güney kanadına da yakınlık sunuyor.

Emperyal güçler yüzyılı aşkın bir süredir İran’ı kontrol etmeyi Avrasya’da nüfuz sağlamanın anahtarı olarak gördüler. ABD’li planlamacılar bugün İran’ı sadece Çin’in enerji güvenliğinde kritik bir düğüm olarak değil, aynı zamanda Çin, Rusya ve komşuları arasındaki bölgesel entegrasyonu bozacak potansiyel bir kaldıraç olarak görüyorlar. ABD’nin bakış açısına göre İran’ı felç etmek, hem Doğu hem de Batı Asya’daki Amerikan hakimiyetini zayıflatmakla tehdit eden bütün bir bağlantı eksenini zayıflatır.

İran’ın bölgesel ittifakları stratejik ağırlığını daha da pekiştiriyor. İran, Lübnan’daki Hizbullah ve Yemen’deki Husi hareketi aracılığıyla küresel petrol akışını sekteye uğratma kapasitesini ortaya koymuştur. Örneğin Eylül 2019’da Husi insansız hava araçları Suudi Arabistan’ın Abkayk ve Hureys tesislerini vurarak dünya petrol arzının yüzde 5’ini geçici olarak durdurdu ve fiyatların bir gecede yüzde 20 artmasına neden oldu.

Bugünkü savaşın jeostratejik arka planı budur: Sadece İran’ın petrolünü kontrol etmekle kalmayıp, nihayetinde Çin ile çatışmaya hazırlanmak için Körfez’i bir bütün olarak kilitlemek planlanmaktadır

İran; Çin’le savaş yolunda bir basamak

Donald Trump geçen hafta başında İran’ın Dini Lideri Ayetullah Hamaney’i suikastla tehdit etti. Trump, “Sözde Dini Liderin tam olarak nerede saklandığını biliyoruz,” dedi ve onun “kolay bir hedef” olduğunu ekledi.

Trump itidalli davranma pozu takınarak konuya şöyle açıklık getirdi: “Onu ortadan kaldırmayacağız – en azından şimdilik. Sabrımız tükeniyor.”

İsrail Savunma Bakanı Israel Katz geçtiğimiz Cuma günü yaptığı açıklamada savaşın amacının “[İran’ın] gücünün temellerine” saldırarak “rejimi istikrarsızlaştırmak” olduğunu söyledi.

İran Pazartesi günü ABD üslerine birkaç roket atarak misilleme yapmış olsa da bu saldırılar büyük ölçüde sembolik ve göstermelik görünüyor. Bu saldırılar İran’ın tam anlamıyla bir savaşa yol açabilecek gerçek bir misillemeden kaçınmayı tercih ettiğini gösteriyor.

Dünya Sosyalist Web Sitesi en az 2015’ten beri ABD’nin Çin ile büyük bir çatışmaya hazırlandığı uyarısında bulunuyor; bu, ABD’nin uzun vadeli ekonomik gerilemesini dengelemeye ve onun küresel hakimiyetine meydan okuyabilecek rakip bir gücün ortaya çıkmasını önlemeye yönelik stratejik bir hamledir.

ABD’nin en üst düzey generallerinden biri 2023 yılında ABD’nin 2025 yılına kadar Çin ile savaşa gireceğini öngörmüştü.

ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth bu ayın başlarında, Washington’ın Pasifik’teki kilit müttefikleri olan Avustralya, Japonya, Güney Kore ve Filipinler ile görüşmek üzere Asya’ya gitti ve onları “eli kulağında” olan bir çatışmaya hazırlanmaya çağırdı. Bu dört ülkenin her biri askeri harcamalarını tarihi seviyelere yükseltmiş durumda. Avustralya’da Savunma Bakanı Amiral David Johnston ulusa açıkça savaşa hazırlanma çağrısında bulundu.

İran’a karşı savaşı bu geniş bağlama oturtmak elzemdir. Trump yönetimi için İran, Çin’in Ortadoğu’daki konumunu zayıflatmak ve gerileyen ABD hegemonyasını dengelemek için daha geniş bir planın parçası olan kilit bir jeostratejik basamak taşıdır. Savaş şimdilik rejim değişikliğine varmasa bile, amacı İran’ın bağımsız bir güç olarak işlev görme kabiliyetini önemli ölçüde sakatlamak ve bunun sonucunda Çin’in enerji güvenliğini ve bölgesel nüfuzunu zayıflatmaktır.

Atlantik Konseyi’nin Küresel Çin Merkezi’nde geçici bir araştırmacı olan Wen-Ti Sung’un Alman haber ajansı DW’ye açıkladığı gibi, “ABD’nin askeri müdahalesinin sonucunda belki de askeri olarak tam bir konvansiyonel savaşın ya da iç savaşın sınırında olan zayıflamış bir İran, Çin’in Ortadoğu’ya açılımı için çok daha az etkili bir ortak olacaktır.” Nihayetinde ABD emperyalizminin bu savaştaki hedefi de budur.

Giderek artan ve çözülemez gibi görünen krizlerle -büyüyen borç, yapısal eşitsizlik, siyasi çürüme- karşı karşıya kalan Amerikan egemen sınıfı, dünya düzeni üzerindeki zayıflayan kontrolünü korumak için küresel ölçekte şiddete başvuruyor.

Ancak bu emperyal saldırganlık karşılıksız kalmayacaktır. Sadece Ortadoğu’da değil, dünya emperyalizminin kokpitinde, yani ABD’de de direniş büyüyor.

Dünya Sosyalist Web Sitesi Yayın Kurulu’nun Cumartesi günü yazdığı gibi:

ABD emperyalizmi sadece 90 milyonluk İran halkına karşı değil, tüm dünyaya karşı savaşa giriyor. Cuma günü İran’da ve Ortadoğu’daki diğer ülkelerde milyonlarca kişi sokaklara dökülerek ABD-İsrail’in yasa dışı saldırısına karşı çıktı.

Dünyanın dört bir yanında insanlar Trump yönetiminin, Gazze’ye yönelik soykırım saldırısıyla dünyanın en hor görülen devleti haline gelen İsrail ile ittifak halinde bir saldırı savaşı başlatmaya hazırlandığını anlıyor.

Savaşlar genellikle öngörülmeyen, geniş kapsamlı sonuçlar doğurur. Trump yönetimi şüphesiz yaptıklarını onun eşsiz “deha”sının ve “iş bitiriciliği”nin kanıtı olarak göstermeye çalışacaktır fakat bu Hitler taklitçisi küresel bir radikalleşme sürecini daha da hızlandırmıştır. Kapitalist sistemin krizi derinleştikçe, milyarlarca insan onun serbest bıraktığı şiddet ve dehşetin ölçeğini daha net görmeye başlıyor.