Elli yıl önce, 15 Ağustos 1971 Pazar akşamı, Başkan Richard Nixon ulusal televizyona çıkarak ABD’nin 1944 Temmuz’unda konferansta yaptığı, ABD dolarını bir ons altın başına 35 dolar karşılığında paraya çevirme anlaşmasına artık uymayacağını duyurdu.
Anlaşmayı sonlandırma kararı, 1948 Marshall Planı ve 1950 Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması ile birlikte, savaş sonrası hızlı kapitalist büyümenin kilit bir temeli olan uluslararası para sistemini paramparça etti.
Kapitalizm, İkinci Dünya Savaşı’ndan her cephede gözden düşmüş olarak çıktı. Onun kâr güdüsünün yön verdiği ekonomisi, 1930’ların Büyük Buhran’ında yüz milyonlarca insan için tarifsiz bir sefalet yaratmıştı. Sömürgeler ve kaynaklar için yapılan iki emperyalist dünya savaşı, Holokost gibi korkunç barbarlıklar üretmişti. İkinci Dünya Savaşı, ABD’nin Japonya’ya iki atom bombası atmasıyla sona ermişti. Avrupa’nın egemen sınıfları, Nazi Almanyası’nın faşist rejimiyle işbirliği yaparken “demokrasi” maskesini çıkarıp atmıştı.
Savaş sona yaklaşırken —büyük ölçüde Sovyetler Birliği ordularının kahramanca fedakârlıklarının sonucunda— yakında muzaffer olacak güçlerin başkanları Bretton Woods’ta toplandığında, savaş öncesi ekonomik koşullara herhangi bir dönüşün yalnızca Avrupa’da değil, muhtemelen ABD’de de toplumsal devrimi tetikleyeceğinin son derece farkındaydılar.
Savaşın sonunda, hızlı bir büyüme yaşayan Amerika Birleşik Devletleri dışında, savaşan devletlerin ekonomileri harabeye dönmüştü. ABD, artık dünya sanayi üretiminin yüzde 50’sinden fazlasını oluşturuyordu ve dünya altın stoklarının yüzde 75’inden fazlasını elinde tutuyordu.
Altın destekli doların küresel para birimi haline geldiği Bretton Woods para sisteminin dayanağı, ABD kapitalizminin ekonomik gücünün, kapitalizmin savaş sonrası yeniden inşası için temel sağlayacağıydı. Ama bu planların hiçbiri, gelişmekte olan devrimci mayalanma koşulları altında, burjuva siyasi düzenin restorasyonu olmaksızın hayata geçirilemezdi.
Birleşik Krallık emperyalizminin sözcüsü The Economist, 1945’in sonunda, Nazi rejiminin yenilgisinin ve onun “Yeni Düzen”inin sona ermesinin “Avrupa’ya büyük bir devrimci ivme kazandırdığını” belirtiyor ve şöyle devam ediyordu: “Bu, kitlelerin tüm belirsiz ve kafası karışık ama yine de radikal ve sosyalist olan dürtülerini harekete geçirmişti. Önemli bir şekilde, Avrupa çapında yeraltından çıkan çeşitli Direniş gruplarının her programı, bankaların ve büyük sanayilerinin ulusallaştırılması taleplerini içeriyordu ve bu programlar Sosyalistler ve Komünistlerin yanı sıra Hristiyan Demokratların da imzasını taşıyordu.”
Avrupa burjuvazisinin Nazilerin “Yeni Düzen”nin yapısıyla bütünleşmesi öyle bir derecede olmuştu ki, burjuvazi tamamen gözden düşmüş ve The Economist’in, 19. yüzyıl boyunca Fransız sosyalizminin düsturunun “mülkiyet hırsızlıktır”dan artık “mülkiyet işbirliğidir” olduğuna dikkat çekmesine yol açmıştı.
Devrimci koşullarda, zaman daima kritik öneme sahiptir. Burjuvaziye önce savaş sonrası “devrimci ivme”yi kontrol altına alacak ve sonra onu rayından çıkaracak zamanı sağlamada belirleyici etmen, sosyal demokrasinin yardımıyla, Stalinist Komünist partilerin oynadığı roldü.
“Üç Büyükler”in (ABD, Britanya ve Sovyetler Birliği) Tahran, Yalta ve Potsdam’daki savaş zamanı konferanslarında, Moskova Stalinistleri, Doğu Avrupa’daki Sovyet nüfuz alanlarının emperyalistler tarafından tanınması karşılığında Batı’da devrimin bastırılması konusunda anlaşmaya vardılar. Bu anlaşmaya uyan Stalinist partiler, özellikle kapitalist hükümetlere girdikleri İtalya ve Fransa’da işçi sınıfının devrimci dalgasını engellediler.
Burjuva siyasi egemenliğinin istikrara kavuşturulmasıyla birlikte, savaş sonrası ekonomik düzenlemeler, küresel kapitalizmin tarihindeki en uzun ekonomik büyümenin çerçevesini yarattı. Buna, kâr oranında yaşanan ve Amerikan kapitalizminin daha üretken yöntemlerinin diğer ileri kapitalist ülkelere yayılmasından kaynaklanan bir yükseliş yol açmıştı.
Ancak bu dönem boyunca o kadar ısrarla teşvik edilen –kapitalizmin Keynesçi talep yönetimi ve diğer devlet müdahalesi biçimleriyle bir şekilde düzenlenebileceği gibi– yanılsamaların aksine, kapitalizmin çelişkilerinin üstesinden gelinmemişti; bunlar sadece geçici olarak bastırılmıştı. Dahası, ekonomik büyümenin gelişmesi, çelişkileri bir kez daha yüzeye çıkarmaktaydı.
Bretton Woods para sistemi 1950’lerin sonunda tam para çevrilebilirliği yeniden sağlandığında tam işler hale gelirken, içindeki çelişkiler ortaya çıkmaya başlamıştı ve Belçikalı-Amerikalı iktisatçı Robert Triffin tarafından yayımlanan bir analizde buna işaret edilmişti.
Triffin paradoksu olarak bilinen şey şuydu: Dünya ekonomisinin işleyişi, onun uluslararası likiditeye olan ihtiyacı, ABD’den sürekli bir dolar çıkışına bağlıydı ve dünya ekonomisi ne kadar genişlerse, bu dolar havuzu da o kadar büyük olmak zorundaydı.
Ancak ticaret ve yatırımın genişlemesi için çok gerekli olan bu büyüme, ABD’nin bu dolarları ons başına 35 dolardan paraya çevirme yeteneğinin altının oyulduğu anlamına geliyordu.
Bu ayrışma, bir dereceye kadar, ABD büyük bir ticaret dengesi fazlası sağladığı sürece idare edilebilirdi. Ama bu da, savaş sonrası büyümenin gelişmesiyle baltalanıyordu. Başta Almanya ve Japonya olmak üzere, ABD’nin kendi sanayi üretimine bir çıkış sağlamak için teşvik ettiği gelişmiş ekonomilerin yeniden canlanması, ABD kapitalizminin küresel pazardaki konumunun altını oyuyordu.
Bu, ABD ticaret dengesi fazlasındaki keskin bir düşüşe yansımıştı. Ticaret dengesi fazlası, 1964’te 6,8 milyar dolar iken 1968’de sadece 600 milyon dolara düşmüş ve 1971’de 2,71 milyar dolarlık bir açık verilmişti. Altın ve döviz rezervleri de azalmış ve 1971’de 67,81 milyar dolar olan ABD borçlarına kıyasla sadece 13,91 milyar dolarlara inmişlerdi.
Önceki yıllarda, sistemi sürdürmek için girişimlerde bulunulmuştu ancak bunların boşuna olduğu anlaşıldı ve Camp David’de bir hafta sonu düzenlenen üst düzey katılımlı bir toplantıdan sonra Nixon, Gordion düğümünün kesildiğini duyurdu.
Dolar-altın çevrilebilirliğinin sona ermesi, kâğıt paranın artık gerçek değerde bir dayanağa sahip olmadığı anlamına geliyordu. Sonuç olarak, 1970’lerde doların uluslararası para piyasalarında değerinin düşmesiyle birlikte hızla enflasyon ortaya çıktı.
İşlemekte olan başka bir süreç daha vardı. Son tahlilde, ekonomik büyüme, kapitalist hükümetlerin önlemleriyle değil, 1950’lerde ve 1960’larda kâr oranındaki bir yükselişle sürdürülmüştü. Ancak 1960’ların ortasından sonlarına doğru, Marx’ın bu yasaya dayalı eğilime dair analizi doğrultusunda azalmaya başlamıştı.
Kapitalist sınıf, sömürü oranını artırmak için işçi sınıfına karşı artan bir saldırıyla karşılık verdi. Ancak bu, savaş sonrası ekonomik büyümenin sonucunda gücü ve militanlığı artmış olan işçi sınıfında yalnızca büyüyen bir kabarmaya yol açtı.
Nixon’ın dolar kararına yüzde 5,5’lik bir maaş zammı sınırı ilanı eşlik etti ama başarısız oldu. Enflasyon, ABD’de ve tüm dünyada militan ücret mücadelelerinin gelişmesini körükledi. 1974’te Britanyalı madenciler grevi Heath’in Muhafazakâr hükümetini düşürdü. Avustralya’da 1974 yılında, 1919’dan beri en büyük grev dalgasına ve tarihteki en büyük ücret artışlarına tanık olundu.
Bu, yoğun siyasi çalkantılarla geçen bir dönemdi: Nixon’ın 1974’te Watergate skandalının sonucunda istifa etmesi, 1974’te Yunan cuntasının çöküşü ve Portekiz’de 1930’larda iktidara gelen Salazar rejiminin sona ermesi sadece birkaç örnektir.
ABD’de işçi sınıfının yükselişi, ne 1974-75’te meydana gelen (1930’dan beri en derin noktada olan) durgunluk ne de bunları izleyen yüksek işsizlik ile yükselen fiyatların bileşimi olan stagflasyon tarafından bastırılabilmişti. 1977-78’de ABD’li madenciler, Carter hükümeti tarafından kullanılan grev karşıtı Taft-Hartley Yasası’na karşı çıktılar ve 1979’da Britanya işçi sınıfı, Callaghan’ın İşçi Partisi hükümetine karşı hoşnutsuzluk kışına girdi.
1970’lerin sonunda, ABD’deki egemen çevreler açısından, düşen kâr oranlarının üstesinden savaş sonrası dönemin endüstriyel ve siyasi çerçevesi içinde gelmenin ve işçi sınıfının militanlığına karşı koymanın imkânsız olduğu ve ABD ekonomisinin ve sınıf ilişkilerinin tamamen yeniden yapılandırılmasından başka bir çıkar yol olmadığı netleşmişti.
Paul Volcker’ın 1979’da Demokratik Partili Başkan Jimmy Carter tarafından Merkez Bankası (Fed) başkanı olarak atanmasının önemi işte buydu.
Volcker’ın temel görevi, işçi sınıfına yönelik bir saldırı ile birlikte Amerikan ekonomisi içinde bir temizlik yapmaktı. Bunun da aracı, ABD faiz oranlarının tarihte görülmemiş seviyelere yükseltilmesiydi. Faiz oranları, 1980’lerin başında bir noktada yüzde 20’ye kadar çıktılar.
ABD sanayisinin birçok dalının yok edilmesiyle sonuçlanan bu program, enflasyonla mücadele bayrağı altında yürütülmüştü. Bu savaş, her şeyden önce işçi sınıfına karşıydı. 1981 Ağustos’unda Reagan hava trafik kontrolörlerini topluca işten çıkarır ve PATCO sendikasını ezerken, bizzat Volcker, bunların enflasyonla mücadeleye çok önemli bir yardımı olduğunu söylüyordu.
Sonraki on yıl boyunca amansızca devam edecek bir saldırının başlangıç noktası olan hava trafik kontrolörleri sendikasının çökertilmesi, ancak sendika bürokrasilerinin işbirliğiyle mümkün olmuştu. Can alıcı PATCO mücadelesinde, AFL-CIO önderliği Reagan’a, karşı çıkmak için parmaklarını bile kıpırdatmayacaklarını söyledi. Ve bu AFL-CIO’nun takip eden her çatışmada sürdürdüğü bir tavır oldu.
Amerikan ekonomisinin yeniden yapılandırılmasının iki ana bileşeni vardı. Her şeyden önce, yeniden yapılandırma, Amerikan sanayisinin küresel temelde yeniden inşasını öne çıkardı. Başlangıçta Meksika ve Doğu Asya gibi yerlerde, sonra daha da genişleyerek, uluslararası ölçekte mevcut olan daha ucuz emek kaynaklarından yararlanmak için yeni teknolojilerin ve yönetim yöntemlerinin geliştirilmesini dayattı.
Yeniden yapılandırmanın ikinci yönü ise, mali sermayenin Amerikan ekonomisinde bir kâr birikimi kaynağı olarak giderek daha fazla öne çıkan rolüydü. Bu, giderek artan bir derecede, mali mühendislik olarak adlandırılan yolla kâr birikimini içeriyordu. Bu, temel oluşturan ekonomiye yatırım yaparak kâr birikimi elde etme biçimindeki eski yol yerine asalak mali yöntemlerin kullanılması demekti.
Reagan yönetimi döneminde başlayan bu yükseliş halindeki kâr birikimi tarzı, Dow Jones Endeksi’nin yüzde 22’den fazla bir düşüşle tarihteki en büyük günlük düşüşünü kaydettiği Ekim 1987’deki borsa çöküşünde önemli bir dönüm noktasına ulaştı.
Fed’in krize müdahalesi, kapitalist devletin merkezi mali kolunun yeni kâr birikimi tarzıyla uyumlu hale gelmesinin sinyalini vermiş oldu. Borsa çöküşüne yanıt olarak, yeni atanan Fed Başkanı Alan Greenspan şu açıklamayı yaptı: “Federal Rezerv, ulusun merkez bankası olarak sorumluluklarına uygun biçimde, bugün ekonomik ve mali sistemi desteklemeye hazır olduğunu teyit etmiştir.”
Müdahale kısaydı ancak etkileri çok geniş kapsamlıydı. Savaştan sonra uzun süre Fed’in başkanlığını yapan William McChesney Martin Jr.’ın sözleriyle, Fed’in politikası, daha önce, parti başlarken oyunbozanı uzaklaştırmak olmuştu*. Şimdiki ise, daha fazla votka doldurmak gibiydi.
Yeni yönelim, takip eden yıllarda Greenspan tarafından detaylı olarak açıklandı. Greenspan, Fed’in görevinin finansal balonların oluşumunu engellemek değil, spekülasyonun daha da genişlemesine izin vermek için yapılan aşırı ucuz para arzı bu balonları patlattığında ortalığı temizlemek olduğunu vurguluyordu.
1987’den bu yana geçen dönemde, her biri bir öncekinden daha ciddi olan bir dizi mali krize tanık olundu ve bunları merkez bankası tarafından yapılan başka para enjeksiyonları izledi: 1992 Meksika tahvil krizi, 2000-2001 dot.com çöküşü, 2008 küresel mali krizi ve koronavirüs pandemisinin başlangıcında, Mart 2020’de, Amerikan ve küresel mali sistemin temeli olan 21 trilyon dolarlık ABD Hazine piyasasının donması.
Bu son krizde, Fed, varlıklarını neredeyse bir gecede 4 trilyon dolardan 8 trilyon dolara çıkardı ve bir noktada piyasaya saniyede bir milyon dolar oranında para pompalıyordu. Fed mali sistemin her alanı için dayanak noktası haline geldi.
Bu önlemler şimdi bir mali varlık dağı, yani hayali sermaye yarattı. “Hayali” terimi, bu varlıkların içlerinde değer barındırmadıkları veya değer oluşturmadıkları anlamına geliyor. Bunlar daha çok, son tahlilde, kapitalist üretim sürecinde işçi sınıfından elde edilecek hem şimdiki hem de gelecekteki artık değer üzerindeki hak iddialarıdır.
COVID-19 pandemisi ölüm yaymaya devam ederken bile, her kapitalist hükümet tarafından ekonomiyi yeniden açmaya yönelik öldürücü dürtünün nesnel kökeni ve itici gücü işte burada yatmaktadır. Mali sermayenin vampirvari taleplerini sekteye uğratacak herhangi bir önlem —hayati olmayan işyerlerinin kapatılması, bundan etkilenenlere tam gelir sağlanması ve okulların kapatılması gibi pandemiyi durdurma yönünde anlamlı önlemler— söz konusu bile değildir.
Tüm toplum ve onun temel ihtiyaçları, mali oligarşinin taleplerine tabi kılınmıştır. Britanya Başbakanı Boris Johnson’ın dediği gibi, “bırakın cesetler üst üste yığılsın,” böylece artık değer akışı sürer ve borsa yükselmeye devam edebilir.
Bu tarihsel incelemenin sonunda ortaya çıkan soru şudur: Bu şimdi bizi nereye getiriyor? Geçmiş sadece bir önsözdür. Bretton Woods sisteminin sona ermesinden 50 yıl sonra küresel mali sisteminin tam merkezindeki krizin etkileri nelerdir?
Cevap, yalnızca kapitalist meta ekonomisinin DNA’sında kök salmış temel sorunları göz önünde bulundurarak bulunabilir. Parasal sistemin altın biçiminde maddi bir temele duyduğu ihtiyaç, meta üretiminin doğasından kaynaklanmaktadır. Para, takasta karşılaşılan zorlukların üstesinden gelmek için zamanın bir noktasında icat edilmiş ve koşullar değiştikçe sürekli yeniden icat edilebilecek teknik bir araç değildir.
Para, kaynağını, kapitalizmin hücre biçimi olan metadan almaktadır. Her metanın değeri, içerdiği türdeş soyut insan emeği miktarıyla belirlenir. Ancak bu soyut toplumsal emek, duyu organlarıyla algılanabilir değildir. Bir metayı istediğiniz kadar bükün ve döndürün, zerre kadar değeri bile fark edilemez. Meta, içinde cisimleşen değeri ancak başka bir meta ile ilişki içinde bulunduğunda açığa çıkarır.
X kadar A metası = Y kadar B metası denklemi, para biçiminin tohumudur. Burada A metasının değeri, B metasının fiziksel maddi biçimiyle temsil edilir. Meta mübadelesi sisteminin gelişimi, bir metanın ki bu tarihsel olarak altındır, metalar dünyasının değerinin evrensel temsilcisi haline gelmesine kadar ilerlemiştir.
Nixon’ın, Bretton Woods sisteminin kriziyle karşı karşıya kaldığında, mevcut para düzenini koruyabilmesinin tek yolu, önceki çeyrek yüzyılda gerçekleşen büyümeyi geri sararak ekonomiyi çökertecekti. Böyle bir hareketin ekonomik ve devrimci sonuçlarından korkan Nixon, değer yasasını hileyle atlatmaya çalıştı ve son 50 yıldır yürürlükte olan itibari para (altınla desteklenmeyen kâğıt dolar) sistemini başlattı.
Bu, kendilerini Marksist olarak görenler de dahil olmak üzere pek çok kişinin, Marx’ın altının değer sistemindeki merkeziliğine ilişkin analizinin, 19. yüzyılda, hatta 1971’e kadar geçerli olabileceği ancak artık kredi sisteminin devasa genişlemesi nedeniyle çürütülmüş olduğu sonucuna varmasına yol açtı.
Ancak daha yakından bakıldığında, Nixon’ın 50 yıl önce bir kenara itmeye çalıştığı değer yasasının kendini yeniden öne sürdüğü görülüyor. Marx, kredinin para sistemindeki rolünü göz ardı etmedi. O, şöyle açıklamıştı: “kredi sisteminin gelişmesiyle birlikte, kapitalist üretim, aynı zamanda servetin ve onun hareketinin hem maddi hem hayali engeli olan bu madeni engeli kaldırmak için hiç durmadan çabalar ama ikide bir kafasını bu engele çarpar.” [1]
Kredi sistemi, diye yazıyordu Marx, değer sisteminin temeli olarak altının rolünü sürekli olarak gasp eder ve “Aydınlanmış iktisat … altını ve gümüşü en ağır şekilde aşağılar…” [2] Yani, kaçınılmaz olarak gerçekleşecek olan, kredi sistemine olan güvenin sarsılışına kadar.
Altın, değerin nihai ölçüsü ve saklama aracı olarak hayati bir işlevi yerine getirir. Bu rol, ebedi olarak kredi ve kâğıt para ile yer değiştiremez. Bir bilgisayar düğmesine basarak muazzam miktarda itibari para yaratılabilir. Ama kapitalist devlet ve merkez bankası yoktan değer yaratamaz. Değer, yalnızca işçi sınıfının emeğiyle yaratılabilir.
Marx’ın analizinin günümüzde hiçbir geçerliliği olmadığını iddia eden burjuva ekonomistler bile, itibari paranın genişlemesinin sınırlarının olduğunu, çok fazla genişletilirse artık bir ölçü ve değer saklama aracı olarak toplumsal açıdan kabul edilemeyeceğini kabul etmektedir. Ancak bu kabul, nihai değer saklama aracının ne olduğu sorusunun arka planda gizlenmekte olduğunu göstermektedir. Ön kapıdan dışarı atılan değer sorusu bacadan geri geliyor.
Bu sırada, dolaşımdaki itibari paranın sürekli büyümesi, spekülasyon yoluyla parayı daha fazla paraya çevirme girişiminde bulunulurken en fantastik yolların geliştirilmesine neden oluyor. Borsa, ölümler ve sosyal yıkımın ortasında rekor seviyelere yükselmeye devam ederken, bitcoin, dogecoin ve sayısız diğer kripto para birimi şeklinde yeni spekülasyon biçimleri geliştiriliyor.
Ayrıca bazen milyonlarca dolara ulaştığı varsayılan, mübadele edilemeyen simgeler (NFT), depolanan şekiller var. Genellikle iş modeli çıkmaza giren ancak sosyal medya platformlarında aldıkları “beğeni” sayısıyla piyasa değeri yükselen şirketlere dayanan şaka (“meme”) hisse senetleri var. Ve bu yılın başlarında, iki yılda 37.000 doların üzerinde bir satışla 100 milyon dolarlık bir piyasa değerine sahip olan New Jersey restoranı Hometown International’ın durumu var. Bir yorumda dendiği gibi, “Pastırmaları harika olmalı.”
Hiçbir değeri olmayan sözde varlıkların parasal değerinin stratosfere kadar sıçrayabildiği bu çılgınlık, şu sözden başka bir şeyi çağrıştırmıyor: “Tanrılar yok etmek istediklerini önce deli ederlermiş.”
Burjuva analiz, can alıcı değer sorunuyla karşı karşıya kaldığında kendisini içinden çıkılmaz bir hale sokar. Ekonomi tarihçisi Adam Tooze, Mart 2020 krizi sırasında New York Times’ta yayımlanan bir yorumda şunları yazıyordu: “Son iki hafta içinde mali piyasalarda panik hâkim olduğu için yatırımcılar güvenliği nakitte, özellikle de dolarda aramaya başladılar. Amerikan ekonomisinin kendisi zayıf görünüyor olabilir ancak dolar hâlâ evrensel olarak en kabul gören ödeme ve değer saklama aracıdır.”
Bu, özünde dolambaçlı bir argümandır. Dolar, bir değer saklama aracı olduğu için bir ödeme aracı olarak kabul edilir ve evrensel olarak kabul edilen bir ödeme aracı olduğu için de bir değer saklama aracıdır.
Bretton Wood sisteminin çöküşünden elli yıl sonra, kapitalizmin can çekişmesinde ve 1971’de patlak veren değer krizinde bir başka belirleyici dönüm noktasına yaklaşıyoruz. Eylemlerinin yarattığı hayali sermaye kitlesine güç vermek için her zamankinden daha büyük miktarlarda itibari para pompalayan merkez bankalarını dehşete düşüren iki büyük gelişme söz konusudur.
Birincisi, enflasyonun yükseleceği ve bunun da işçi sınıfının büyük mücadelelerine neden olacağı korkusudur. Bu mücadeleler, devletle doğrudan bir çatışma da dahil olmak üzere, hızla tüm mali sistem genelinde bir güven krizine yol açan daha güçlü biçimler alabilir. Bu bir spekülasyon meselesi değildir; en güncel tarihi kayıtlar bunu göstermektedir. Mart 2020’de işçilerin fiili grevlerinin ve eylemlerinin patlaması ve bunun genişleyeceği korkusu, o ay piyasada meydana gelen çöküşte önemli bir etmendi.
160 yıldan fazla bir süre önce, Fransa’da 1848 devriminden önce gelen spekülatif bir cümbüş sırasında Marx, sınıf mücadelesindeki ciddi bir gelişmenin, tüm kredi sisteminin dayandığı kapitalist sistemin sözde kalıcılığına olan inanca dayanan güvenin doğruluğunu sorgulatacağını belirtmişti.
Eski Hazine Bakanı Lawrence Summers gibi, Biden yönetiminin teşvik paketlerinin, Fed’in eylemleriyle birlikte korkunç enflasyonist sonuçlara yol açabileceği konusunda uyarılar yapanların asıl endişesi budur. Yani, tüm mali sistemin, 1971’e kadar giden aşırı kırılganlığını defalarca açığa vurduğu koşullar altında, enflasyon bir sınıf mücadelesi patlamasına neden olabilir.
İkinci korku, kapitalist ekonomideki tek istikrarlı değer saklama aracı olan altının fiyatının hızla yükselerek ABD dolarına olan güvenin çökmesine ve yeni bir krize yol açmasıdır.
Geçtiğimiz yıl boyunca ve hâlen, itibari paranın artmasının bir sonucu olarak, altın hariç her varlığın fiyatı yükseliyor. Bu, altın piyasasına en üst kademelerden bir müdahaleye işaret ediyor. Amaç, altının fiyatında önemli bir yükselişin dolar krizine yol açmaması için onun fiyatını düşük tutmaktır.
Fed ve diğer merkez bankaları altın piyasasındaki operasyonlarını kapalı kapılar ardında gerçekleştiriyorlar ancak daha Temmuz 1998’de, Fed Başkanı Alan Greenspan, Kongre’deki ifadesinde, “merkez bankalarının, fiyatların yükselmesi durumunda artan miktarlarda altını kiraya vermeye hazır olduklarını” itiraf etmişti.
Kiraya verilmiş altın, piyasayı baskı altına alan satış talimatlarına dayalı vadeli işlem sözleşmelerinin temelini oluşturur. Ağustos 2020’de altın fiyatı 2.067 dolar ile rekor bir seviyeye yükseldi. O zamandan beri, altının fiyatı 1.800 dolar civarında tutuldu.
Ancak Fed itibari parayı ne kadar çok pompalarsa, değer sorusu o kadar keskin şekilde ortaya çıkıyor ve hatta finans gazetecilerinin bile dikkatini çekiyor.
Financial Times (FT) yayın kurulu üyesi Rana Foroohar, Biden yönetiminin politikalarının, düşük faiz oranlarına ve “doların, ABD’nin borçlanmasını mümkün kılan gücüne” bağlı olduğunu belirtti. Foroohar, ancak “mevcut paradigma hızla ve beklenmedik bir şekilde kırılırsa, hem dolar hem de dolar bazlı varlıklar hızla devalüe olabilirler,” diye devam etti.
Bir başka FT köşe yazarı Gillian Tett, yakın tarihli bir yorumunda, Nixon’ın 50 yıl önce yanıt verdiği krizin “finansın peşini hiç bırakmayan daha büyük bir soruyu” gündeme getirdiğini belirtti: “Para, değeri ve güveni hangi temelde hak etmektedir?”
1971’den bu yana, küresel borç amansız bir şekilde genişledi ve şu anda küresel ekonominin üç katı büyüklüğünde. Tett; bu, büyüme ile geriye ödenmeyecek ancak er ya da geç “muhtemelen doğrudan ya da dolaylı bir yeniden yapılandırmaya veya sosyal ya da mali bir patlamaya neden olacak,” diye yazıyor.
Ya da başka bir deyişle, Marx’ın dediği gibi, bir ev gözümüzün önünde çöktüğü zaman yerçekimi yasasının kendini göstermesi gibi, değer yasası da kendini gösterir.
Hiç kimsede bunun ne zaman ve hangi biçimde gerçekleşeceğini tam olarak tahmin edebilecek bir kristal küre yok. Ancak iki şey kesin: birincisi, bu kaçınılmazdır, çünkü değer krizi tam da kapitalizmin hücre biçimi olan metadan kaynaklanmaktadır ve ikincisi, bu, kapitalist üretim tarzının çelişkilerinin daima şiddetlendiği koşullarda, sınıf mücadelesinin tarihsel bir patlamasını getirecektir.
Derinleşen ekonomik kriz koşullarında, sendika bürokrasisi tarafından onlarca yıl boyunca baskı altında tutulmasından sonra, işçi sınıfı içinde şimdiden büyüyen bir canlanma var ve burjuvazi buna hazırlık yapıyor. Bu nedenle, burjuvazi, ABD’de ve tüm dünyada, işçi sınıfının bastırılmasında daha iyi bir polis olarak hizmet etmesi için sendikaları korporatif bir devlet aygıtıyla tamamen bütünleştirmek üzere hummalı çabalar sarf ederken, aynı zamanda faşist bir hareket örgütlemeye çalışıyor.
İşçi sınıfı şimdi sendika bürokrasisine ve onun arkasındaki kapitalist devlete karşı bağımsız çıkarları uğruna mücadeleyi geliştirmek için kendi örgütlerini, yani taban komitelerini inşa ederek mücadelesini örgütlemelidir.
En önemlisi de, can alıcı görev, şimdi gelişmekte olan mücadelelerde siyasi iktidarı alması için işçi sınıfına önderlik edecek devrimci partinin inşasıdır. Bu, kapitalizmin, pandemiye yanıt olarak izlenen toplumsal cinayet politikasında zaten görülen krizinin sosyalizmin kurulması yoluyla çözülmesini sağlamak için zorunludur. Milyarlarca işçinin emeğiyle geliştirilmiş üretici güçlerin kâr için değil, insan ihtiyaçlarını karşılamak için kullanıldığı bir toplum kurulmalıdır.
Dipnotlar:
[1] Karl Marx, Kapital – III. Cilt (İstanbul: Yordam Kitap, 2016) s. 574. Çeviren: Mehmet Selik ve Erkin Özalp.
[2] Age., s. 572-573.